Güncel Yazılar


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

750 sayıdır işçi sınıfının sesi: Sosyalist İşçi

Okuduğunuz bu sayı, gazetemizin 750’inci sayısı. Sosyalist İşçi, kurucusu Doğan Tarkan ve o dönemde birlikte faaliyet sürdürdüğü arkadaşlarıyla, dünya ölçekte tüm gelişmelere, sosyalizmin işçi sınıfının kendi eylemi olduğu perspektifiyle yaklaşan bir örgütlenmenin aracı olarak yayın hayatına başladı. Bu yüzden, Sosyalist İşçi için söylenecek ilk söz, gazetenin devrimci bir yayın organı olduğudur. Kapitalizmin her açıdan ve hak ettiği şekilde en sert eleştirisi gazetenin omurgasını oluşturur. 

Ezilenlerin megafonu

Uzun zamandır sol içinde ulusalcılar ve AKP sempatizanları tarafından kimlikler ve kimlikçilik bir eleştiri konusu yapılıyor. Kimlikler için mücadelenin, sınıf mücadelesi ekseninin kaybına neden olduğu söyleniyor. Ulusalcılar bunu AKP’ye muhalefet ediyormuş gibi, bir politik hat içinde öne sürerlerken AKP sempatizanları ulusalcılardan öğrendikleri bu tezleri AKP’ye yönelik muhalefeti hafifletmek için dile getiriyorlar. Ama hepsi birden, aslında muhafazakar sağın çeşitli versiyonlarını savunuyorlar. 

Oysa bilinen bir gerçektir ki küresel sağ, kimlik politikalarından, kimliklerden nefret eder. “Kimlik siyaseti demokrasiyi mahvetmiyor mu?” diye soran Francis Fukuyama kimliklerimizin tanınması için koparılan yaygaranın bir şekilde toplumu boğmakla tehdit ettiği sonucuna varıyor. Elinizdeki gazete, bu sağcı argümanlara karşı şu konuda net: “Kimlik siyaseti ırksal, toplumsal cinsiyet ve ulusal baskıya karşı direnişe yol açabilir ve sistemik baskıya karşı kitlesel hareketleri harekete geçirme kapasitesine sahiptir. Black Lives Matter protestoları, #MeToo hareketi ve Filistin ile küresel dayanışma ırk, toplumsal cinsiyet ve emperyalizm hakkında konuşma şeklimizi değiştirmiştir.” Buna Türkiye’den sayısız örnek verilebilir. Kürtlerin ulusal mücadelesi, kadınların özgürlük mücadelesi, başörtüsü mücadelesi ve Alevilerin hak mücadelesi gibi.

Gerçekten de “Kimlik siyasetinin bazı biçimleri adaletsizliğe karşı gerçekten özgürleştirici bir tepkiyi temsil eder ve eşitsizliğin kaynağı olarak kapitalizmin yapılarına işaret eder. Radikal kimlik siyasetini reddederek Marksizmin indirgemeci bir karikatürünü benimsemek, baskıya karşı mücadelelerle devrimci angajmanın zengin tarihine ve farklı mücadeleler arasında bağlar kuran sosyalist ruha ters düşer.” 

Mesele, kimlikleri için mücadele eden kitlelerin, sorunlarının kaynağında kapitalizmin yattığını görmelerine yardımcı olacak ve işçi sınıfının tüm ezilenlerin sözcüsü olması için gösterilecek ısrarlı bir faaliyetin olup olmadığındadır. Sosyalist İşçi, işçi sınıfını tek başına tek bir millete, dine, cinsel yönelime sahip bir erkekler sınıfı olarak kavrayan ve işçi sınıfının tüm şekillenmesinde belirleyici olan politik-ekonomik-ideolojik-kültürel-cinsel-coğrafik bölünmeler yokmuş gibi davranan sol gazetelerden bütünüyle farklıdır. Tüm ezilenlerin sesi, soluğu olmaya çalışmış ve tüm direnenlere sayfalarını açmıştır.

Bu konuda Lenin’in şu yaklaşımına kopmaz bağlarla bağlıdır: “Sosyalistin ideali bir sendika sekreteri gibi olmak değil, nerede ortaya çıkarsa çıksın, hangi halk katmanını veya sınıfını etkileyecek olursa olsun zorbalığın ve baskının her ifadesine tepki gösterebilen, bütün bu ifadeleri genelleştirip polis şiddetinin ve kapitalist sömürünün tek bir tablosunu çizebilen, sosyalist inançlarını ve demokratik taleplerini herkesin önüne koyabilmek için ve işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinin dünya tarihindeki önemini herkese açıklayabilmek için ne kadar küçük de olsa her olaydan yararlanabilen halk önderi olmak olmalıdır.”

Sosyalist İşçi, bu yüzden işçi sınıfının içinde Kürt düşmanlığına, kadınlara yönelik ayrımcılığa, antisemitizme, LGBTİ+’lara yönelik baskılara, savaşlara, milliyetçi fikirlere ve egemen sınıfın her türlü aracı kullanarak inşa ettiği baskı biçimlerine karşı bu baskılara maruz kalanların yanında tutum alarak mücadele edenlerin aracıdır.

Kimlik mücadelelerini “ortalama bilinç” gibi süslü kelimelerle aşağılayanların, dolayısıyla işçi sınıfı içinde egemen fikirlerin cirit atmasına sessiz kalanların hiçbir zaman anlayamayacağı şudur: Bir seks işçisi öldürüldüğünde, bir LGBTİ+ bıçaklandığında, bir Kürt çocuk asker cipiyle ezildiğinde, bir Ermeni sosyalist editörü olduğu gazetenin binasının önünde katledildiğinde, bir HDP milletvekili hapse atıldığında, bir kadın cinayeti işlendiğinde, bir özgürlük yasaklandığında tüm bu baskı biçimlerine karşı sosyalist bir dinamikle yanıt vermeyen bir işçi daha genel bir mücadeleye katılmaya kazanılamaz. Bu işçilerin aşağıdan patlaması ya da olası kendiliğinden mücadelesinin ise egemen sınıf tarafından bölünmesi an meselesi haline gelir.

Bu, “kimlik değil sınıf sınıf” diye bağıranların aşırı sağın değirmenine nasıl su taşıdığını da anlamamıza yardımcı olur. Bu yüzden, Sosyalist İşçi 750 sayıdır tüm ezilenlerin sesidir, soluğudur, megafonudur!

Ermeniler, Filistinliler ve işçiler

Sosyalist İşçi, bir başka kimliğin, 1915’te soykırıma maruz kalan Ermenilerin haklarını ve cumhuriyet tarihiyle yüzleşmenin 1915’le hesaplaşmaktan geçtiğini daima yayın politikasının merkezi olarak görmüştür. Milli kimliğinden sıyrılamayan bir işçi sınıfı, egemen sınıfın sömürü mekanizmalarıyla hesaplaşmasını tamamlayamaz. Sosyalist İşçi bu yüzden milli çıkarları değil, ezilenlerin uluslararası dayanışmasını ve işçi sınıfının tüm dünyada tam çaplı bir birleşik mücadelesini savunur.

7 Ekim 2023’te, Aksa Tufanı’nın hemen ertesinde Sosyalist İşçi’yi uzun yıllardır yayınlayan kadrolar, çeşitli sol saflarda Hamas eleştirileri ortalığı kaplamışken şu açıklamayı yapabildik: “Bazen rüzgar ekenler fırtına biçiyorlar. Filistin direniş güçlerinin eylemlerinin nedeni de bu eylemlerde sivillerin ölmesinin nedeni de direniş güçleri içinde yer alan Hamas diye bir örgütün varlık nedeni de İsrail’in uyguladığı ve Filistin halkını imha eden terör politikalarıdır. İsrail 1948'den bu yana etnik temizlik, sürgün ve cinayet yoluyla apartheid politikaları uyguladı ve emperyalizmin bölgedeki uç karakolu gibi çalıştı.”

Bu netlik, işçi sınıfının 1800’lü yılların başından beri süzülüp gelen aşağıdan sosyalizm geleneğine yaslanmamızdan ve Doğan Tarkan, Roni Margulies, Nurdan Düvenci gibi Sosyalist İşçi yazarlarının bıraktığı mirasın gücünden kaynaklanıyor. Bu yüzden ve Gazze halkının yanında Sosyalist İşçi gibi net bir şekilde yer alanların sayesinde bir ve aynı ideolojik saiklerle olmasa da bugün Türkiye’de işçi sınıfının Gazze için mücadele eden ezici çoğunluğu Siyonist propagandaya da antisemitizme de hiçbir şekilde prim vermiyor. “Nehirden denize özgür Filistin” sloganının daha geniş işçi kesimleri arasında yaygınlaşması için Sosyalist İşçi, hem tüm ezilenlerin hem de Filistin halkının megafonu olmayı sürdürecek.

Şenol Karakaş


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Soykırımcı İsrail ve “diyalog süreci”nin tehlikeli suları

Bu dönemin dinamik, neredeyse günlük olarak takip etmenin dahi zor olduğu gelişmeleri arasında iki nokta çok tehlikeli. Birisi, sorunu, Kürt sorununu bir terör meselesine indirgemek. Diğer ve üzerinde bir ölçüde durmamız gereken tehlike ise Erdoğan’ın ilk konuşmalarından itibaren devrede.

Bu, Kürt hareketiyle İsrail’i bir ve aynı, en azından aynı zeminde hareket eden güçler olarak yansıtması. Erdoğan, daha 1 Ekim’de yaptığı konuşmada, “İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki saldırılarını çok yakından takip ederken Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyinde bölücü örgütü maşa olarak kullanmak suretiyle nasıl birer küçük uydu yapı kurmak istediğini de çok net görüyoruz.” diyerek, Kürt hareketinin tüm düzeylerini İsrail işbirlikçisi ve İsrail ve batı emperyalizminin maşası olarak kodlamıştı.

Bu konuşmayla yetinmedi Erdoğan. Yaptığı bir dizi konuşmada satır aralarında Suriye konusunda terörün arkasında kendi çıkarları ve İsrail için hareket eden ABD’nin olduğunu ilan ederken İsrail ve Suriye Kürtleri’ni aynı cümlede hep yan yana sözediyor. İktidarın en sağcı, en devletçi tezlerini alıp, bu tezleri geliştiren yazarlara gün doğuyor elbet.

Kürt Arap bölünmesi 

Bu yaklaşımın tehlikesi, Kürt halkıyla sadece Türkiye’de yaşayan diğer halkların değil tüm Arap halklarının arasına nefret tohumları ekmesi. PKK ve YPG’yi İsrail işbirlikçisi olarak kodlamak, yaklaşık 14 aydır Filistin’de soykırım suçu işleyen İsrail’e karşı öfkeyi Kürtlere de yöneltme tehlikesi taşıyor. Bu tehlikenin hiçbir şekilde farkında olmayan muhtemelen bir kişi var, o da Zübeyir Aydar. 

Aydar Kürtlerin mücadelesi gerçekten de 1970’lerin sol ikliminde şekillendiği ve gelenek sayesinde Kürt özgürlük hareketi bölgedeki Kürt gruplar içinde en pro-Filistin grup değilmiş ve Gazze ve İsrail meselesinde çok net değilmiş gibi İsrail’le işbirliğini savunan bir açıklama yaptı. Sorulan bir soru üzerine "(İsrail'in) özellikle Filistin'de yürüttüğü politikayı onaylamıyoruz. O çözümsüzlüğü onaylamıyoruz. Ama biz İsrail'le de ilişki kurabiliriz." dedi. Buradaki dramatik hata, İsrail’in Filistin’de bir politika yürüttüğünün ifade edilip, soykırımdan söz edilmemesi. İsrail, Filistin’de soykırım uyguluyor. Hangi pazarlığın parçası olarak ifade edilirse edilsin, Gazze soykırımcılarıyla açık açık görüşebileceğini söylemek affedilemez bir tercihtir. Evet, bu bir hata değil, bir tercihtir. Bizler Türkiye’de Kürt halkının Gazze’nin yanında olduğunu bas bas bağırırken, İsrail gemilerinin limanlara alınmaması ve soykırımcılarla her türden ilişkinin sonlanması için çabalarken soykırımcılarla görüşebileceğini ilan etmenin bir izahı olamaz.  

İsrail bir soykırımcıdır

Aydar’a hatırlatmak bir zorunluluk: Türkiye’de, özellikle Dem Parti hakkında alttan alta, neredeyse bir dedikodu düzeyinde dillendirilen Kürtlerin Filistin sorununu önemli görmediği fısıltısı, çok büyük bir tehlikeyi barındırıyor. “Kürtler İsrail’le iş birliği içinde” demek, haklı bir şekilde İsrail’e öfke duyan Türkiyelilerin, işçilerin, emekçilerin, solun Kürt hareketiyle önce mesafelenmesine, ardından da daha büyük gerginliklerin inşa edilmesine neden olabilir. Kürt düşmanlığını, kaba bir milliyetçilikle İsrail düşmanlığıyla özdeşleştirmek için biçilmiş kaftandır bu ideolojik müdahale. Bu müdahalenin alıcısı çok olabilir ve Kürtlere yönelik ön yargıları daha derinleştirebilir. Olası bir diyalog sürecinin Kürtler lehine en az kazanımla başlaması ve tamamlanması açısından da İsrailcilik suçlaması konu etrafında süren tüm tartışmalara yapılan en tehlikeli, en bölücü darbedir. Türkiye’de, eylemlerde yan yana gelemeseler de toplumun çok çeşitli kesimlerinden milyonlarca insan İsrail’e karşı her geçen gün büyüyen bir öfkeye sahip. Bu öfkenin aynı zamanda Kürtlere yöneltilmesi için iktidar merkezlerinin ve bu merkezlerin medya ayağının ısrarlı çabaları sadece İsrail’e karşı öfkenin bölünmesi anlamına gelmez. Bu aynı zamanda Kürt halkının savaşa ve işgale öfke duyan milyonlarca insanla arasına duvar örülmesi anlamına gelir.

Kürt halkının soykırımcılarla hiçbir işi yoktur, hiçbir işi olamaz da. Kürt halkı ve Filistin halkının arasına duvar örülemez.


Özdeş Özbay Tüm Yazıları

Kaybedilen Alman Devrimi: Başka bir dünya mümkündü

Marx ve Engels işçi devriminin kapitalizmin en gelişkin olduğu ülkede olacağını tahmin ediyordu çünkü en gelişmiş kapitalizm aynı zamanda sınıf çelişkilerinin de en keskin olduğu ülke anlamına geliyordu. Tüm Avrupa’da işçi sınıfı örgütleri giderek büyüyordu. Bu nedenle gözlerini İngiltere’de gerçekleşebilecek bir devrime dikmişlerdi. 

Ancak işçi devrimi İngiltere’de değil 1917 yılında Rusya’da gerçekleşti. Rusya aslında oldukça geri bir sanayi devletiydi. Toplumun büyük çoğunluğunu köylüler oluşturuyordu ama yine de sanayileşmiş kentlerdeki modern fabrikalarda gelişmiş bir işçi sınıfı da bulunuyordu. Troçki, Rusya’nın özgün koşullarından dolayı devrimin işçi sınıfı liderliğinde Rusya’da başlayabileceğini öngörmüştü ancak sosyalizmin kurulabilmesi için devrim mutlaka diğer ülkelere özellikle de sanayileşmiş, gelişmiş kapitalist ülkelere yayılmalıydı. 

1917 yılında Rusya’da işçiler önce Şubat devrimiyle sovyet denilen işçi meclislerini kurdular, ardından da Ekim ayında Lenin’in “tüm iktidar sovyetlere” sloganını hayata geçirip iktidara el koydular. Lenin ve sonradan katılan Troçki’nin de içerisinde yer aldığı Bolşevik Parti’nin devrimin zaferle sonlanmasında hayati bir yeri olmuştu.

Devrimin iki önemli lideri Lenin ve Troçki bütün umudu Almanya’dan yükselecek bir devrime bağlamışlardı. Kıta Avrupası’ndaki en büyük ve örgütlü işçi sınıfı Almanya’daydı. Hatta Alman devrimi o kadar önemliydi ki Lenin, Alman devriminin kazanması için gerekirse Rusya’da devrimi feda edebileceklerini söylüyordu. Çünkü sosyalizm Stalin’e kadar hiçbir zaman tek ülkede kurulabilir bir toplumsal düzen olarak görülmüyordu. Kapitalizm küresel bir sistem olduğu gibi sosyalizm de ancak küresel düzeyde gerçekleşebilirdi ve Alman devrimi İngiltere, Fransa, ABD gibi büyük devletlerdeki işçi sınıfını da harekete geçirebilirdi. 

Alman işçi sınıfı ayaklanıyor

Almanya’da dünyanın en büyük işçi partisi olan Sosyal Demokrat Parti (SPD) Birinci Dünya Savaşında kendi devletinin ve burjuvazisinin yanında yer almıştı. Oysa Bolşevikler, Rusya’da tam tersine savaşa karşı çıkarak işçi sınıfı içerisinde çoğunluğun desteğini kazanmıştı. Ancak SPD’nin sol kanadı olan savaş karşıtı devrimciler Karl Liebknecht ve Rosa Lüksemburg savaşa karşı durmaya ve Ekim devriminden ilham alarak işçi iktidarı propagandası yapmaya devam ediyordu. Partinin bu küçük savaş karşıtı kanadı 1914’te SPD’den ayrılarak Spartakist Birlik’i kurdular.

1917 Ekim devrimi öyle bir etki yaratmıştı ki savaştan bıkan milyonlarca işçi İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da, İtalya’da ve daha birçok ülkede savaş karşıtı gösteriler ve grevler düzenliyordu. Devrim korkusu Avrupa egemen sınıfını sarmıştı. Ekim’den tam bir yıl sonra 1918’in Kasım ayında bu kez de Almanya’da devrim oldu. Ancak bu henüz Rusya’da olduğu gibi bir işçi devrimi değildi. SPD liderliğinde bir cumhuriyet ilan edildi ama aynı zamanda Rusya’daki sovyetlere benzer şekilde Almanya’da da konseyler (işçi ve asker meclisleri) ortaya çıkmıştı.

Alman devrimi, önceki aylarda savaşa ve yoksulluğa karşı gerçekleşen kitle gösterileri ve grevlerin zirve noktasıydı. Spartakistler bu hareket içerisinde önemli bir rol oynuyordu ama işçilerin çoğunluğu reformist bir parti olan SPD’ye destek vermeye devam ediyordu. 

Devrim, 29 Ekim 1918'de Kiel'de denizcilerin isyanıyla başladı. Denizciler, savaşın devam etmesine ve gemilerdeki kötü koşullara karşı ayaklandılar. 20 bin denizcinin kurduğu asker konseyleri hızla diğer liman şehirlerine ve kara birliklerine yayıldı.

İsyanlar, Almanya'nın dört bir yanında onlarca işçi ve asker konseyinin kurulmasına yol açtı. 4 Kasım’da Kiel şehrinin denetimi işçi ve asker konseylerinin eline geçti. 8 Kasım’da İşçi, Asker ve Köylü Konseyleri Bavyera Cumhuriyeti’ni ilan ettiler. 

9 Kasım 1918'de ise Berlin'de kitlesel protestolar ve grevler patlak verdi. İmparator II. Wilhelm tahttan çekilmek zorunda kalarak Hollanda'ya kaçtı. Böylece cumhuriyet ilan edildi ve Sosyal Demokrat Parti (SPD) lideri Friedrich Ebert, geçici hükümetin başına geçti. Aynı gün Karl Liebknecht de Berlin’de binlerce işçinin önünde Sosyalist Cumhuriyeti ilan etti. 

Resmi olarak iktidar SPD’deydi. Ancak toplumsal yaşamda konseyler hâkimdi. Spartakistler harekette politik olarak etkili olsa bile konseyler içinde yaygın değildi. İşçi ve asker konseyleri ulusal kongresinde 288 delegenin çoğunluğu Sosyal Demokratları desteklerken, Spartakistleri destekleyenlerin sayısı sadece 10’du.

SPD konseylerin iktidarına karşı çıkıyor ve reformist eğilimini sürdürerek iktidarın parlamentoda olması gerektiğini düşünüyordu. Ülke genelinde yapılan Konseyler Kongresi'nde SPD delegeleri, konseyler hareketinin sona ermesi gerektiğini anlatıyordu.

Bu koşullar altında 1919’un Ocak ayında Spartakistler (artık Komünist Parti adını almışlardı) iktidarı almak için ayaklandılar. Rosa Lüksemburg işçi sınıfı içerisinde henüz yeteri kadar örgütlü olmadıkları için isyana karşı çıkıyordu ama isyan başladıktan sonra tereddütsüz bir şekilde devrime katıldı. Ancak parti ayaklanan işçilere önderlik edebilecek örgütlülük düzeyinde değildi. İşçileri koordine edemedi. Devrimci liderler kararsız ve zaman zaman çelişkili tutumlar izliyordu.

SPD ve genelkurmay, eski imparatorluk özel harekât askerlerinden oluşan “Freikorps” denilen paramiliter birlikleri kullanarak işçi eylemlerini şiddetle ezdi. Devrimci hareketinin en büyük iki ismi Karl Liebknecht ve Rosa Lüksemburg öldürüldü. İşçi sınıfı her şeye rağmen henüz tamamen ezilmemişti ama bu başarısız isyan Alman egemen sınıfını işçileri tamamen ezmek için hareket geçirecekti.

Sosyalist bir dünya mümkündü

Sonuç olarak Almanya’da devrimci partinin zayıflığı işçi sınıfının yenilgisine yol açtı. Alman devriminin yenilgisi Rusya’da Ekim devriminin izole olmasına neden oldu. İç savaş ve izolasyon koşullarında bir karşı devrimle Stalinizm iktidarı ele geçirdi. Almanya’da ise karşı devrimci bir hareket olarak Nazi’lerin yükselmesine yol açtı.

Başka bir dünya çok yakındı. Devrim öncesinde işçi sınıfı içerisinde etkin bir ağa sahip olabilen bir devrimci parti kurulmuş olsaydı bu tarihi fırsat kaçırılmayabilirdi. Devrim diğer ülkelere yayılabilirdi. Stalinizm ve Nazizm hiç yaşanmayabilirdi.


F. Levent Şensever Tüm Yazıları

(Dosya) ABD seçimleri: 'Trump’ın dünyasına hoş geldiniz!'

Göçmenlere, siyahlara ve azınlıklara karşı açıktan ve küstahça düşmanlık besleyen ve ırkçılığını gizlemeyen Trump, bu gerçeğe rağmen 5 Kasım’da gerçekleşen Amerikan seçimlerinde oyların yüzde 50,1’ini (76,4 milyon oy) alarak, Demokrat Parti adayı Kamala Harris’i yaklaşık 2,7 milyon oy farkla yenilgiye uğrattı. Demokratlar açısından hezimet bununla da kalmadı. Cumhuriyetçi Parti, Kongre’de çoğunluğu garantilemiş durumda. 100 senatörden oluşan Senato’da ise Demokratların 6 senatör farkla önünde. Dolayısıyla Trump, önümüzdeki dört yıl boyunca başkanlığını Demokratların siyasi engelleme çabalarına pek takılmadan, rahat bir şekilde yürütebilecek gibi görünüyor.

Trump, seçim kampanyasının temelini ırkçı ve milliyetçi iki vaat üzerine kurdu. Bir yandan yalanlar ve komplo teorileri üzerine kurulu aşırı göçmen düşmanlığını pekiştirirken, öte yandan “Önce Amerika” sloganıyla, seçmen tabanının dünya görüşleriyle örtüşen bir milliyetçiliği öne çıkardı. 

Seçim kampanyasını bu iki konu üzerine inşa etmesinin ne kadar isabetli olduğunu Associated Press ajansının ulusal düzeyde seçmenler arasında yaptığı kamuoyu araştırması gösteriyor. Araştırmaya göre, seçmenler arasında öne çıkan konular arasında ekonomi yüzde 39 oranla başı çekerken, göçmenler meselesi de yüzde 20 oranla ikinci sırayı aldı.

Trump’ın seçilmesi ne anlama geliyor?

Trump’ın seçilmesi özellikle büyük sermaye sahipleri, fosil yakıt, petrol ve teknoloji şirketlerinin önde gelenleri arsında büyük bir memnuniyetle karşılandı. İngiltere merkezli Economist dergisi seçim haftasındaki kapağına “Trump’ın Dünyasına Hoş Geldiniz” başlığı atmıştı. Bu başlık, Trump’ın yeni dönemde uygulayacağı olası politikaların sarsıcı niteliğine bir gönderme olmasının göstergesi niteliğinde.

Trump’ın seçilmesinin ardından New York borsası haftayı yükselişle kapattı. Seçimin ardından büyük bir Trump destekçisi olan, X Platformu, Tesla ve SpaceX gibi şirketlerin sahibi ve yöneticisi Elon Musk’ın serveti 300 milyar doların üstüne çıkarken, Tesla’nın değeri de 1 trilyon doları aştı.

Trump, seçim kampanyası boyunca Amerikan kapitalistleri ve muhafazakâr kesimlerin beklentilerine yönelik birçok vaatte bulundu. Kapitalist kurumlara yönelik vergileri düşüreceğini söyledi, iç piyasayı güçlendirmeye yönelik tüm ithal ürünlerinde gümrük vergilerini yüzde 10-20, Çin’den yapılan ithalatta ise yüzde 60’a yükselteceği vaadinde bulundu. 

Bu adımların küresel düzeyde halihazırda sürdürülen ticaret savaşlarının şiddetlenmesine yol açması kaçınılmaz olacak. Bu konuda bazı siyaset yorumcuları, bundan sonra dünyanın Trump öncesi ve sonrası olarak iki döneme ayrılacağı görüşünde.

Trump, ABD rejimini kökten değiştirecek

Trump’ın önümüzdeki dönem ülke içinde atması beklenen adımlarının, ülkenin siyasi, toplumsal ve ekonomik yapısını derinden sarsması büyük bir olasılık. 

Başında aşırı sağ görüşleriyle tanınan kişilerin olduğu Heritage Foundation (Kültürel Miras Vakfı) adlı kuruluşun hazırlamış olduğu 900 sayfalık bir program seçim kampanyaları sırasında gündeme gelmişti. 

Proje 2025 adlı bu program, temel olarak Trump’ın seçilmesi durumunda uygulaması için bir program niteliğinde hazırlandı. Kapsamı ve içeriği dikkate alındığında, aslında yeni bir Amerikan rejiminin inşası niteliğinde olduğunu söylemek abartı olmaz. Program, yasa teklifleri, iptal edilmesi veya yeniden yapılandırılması önerilen yürürlükteki yasalar ve hükümet kurumlarını sıralıyor.

Nitekim, Trump programın öngördüğü politikalar doğrultusunda adım atmaya başladı bile. Seçim kampanyasının ana vaatlerinden biri olan, “milyonlarca kaçak göçmenin toplu olarak sınır dışı edilmesi” görevini icra etmek üzere atanan Tom Homan, 2014 yılında, “göçmen çocuklarını ailelerinden ayırmanın yasadışı sınır geçişlerini engellemenin etkili bir yolu olacağını” savunmuştu. Geçtiğimiz temmuz ayında, “Trump geri döndüğünde ben de yanında olacağım ve bu ülkenin şimdiye kadar gördüğü en büyük sınır dışı etme gücünü yöneteceğim" demişti.

Trump, program doğrultusunda çeşitli bakanlıklara önerdiği isimleri de açıklamaya başladı. Adalet Bakanı olarak Matt Gaetz’i atayacağını ilan etti. Skandallarıyla tanınan aşırı sağcı Gaetz’in atanması Cumhuriyetçi Parti saflarında dahi tepki çekti. Gaetz, çocuk yaştaki kişilerin seks ticaretine bulaştığı iddialarıyla hakkında Adalet Bakanlığı’nın soruşturmasına uğramış bir Kongre temsilcisi. 

İç Güvenlik Bakanı olarak atadığı Kristi Noem de tam bir göçmen düşmanı. Noem geçmişte, Amerika’nın bir işgalle karşı karşıya olduğunu ileri sürmüştü. Ayrıca, pandemi döneminde maske takılmasına karşı tutumuyla biliniyor ve sıkı bir kürtaj karşıtı.

Dışişleri Bakanı adayı olarak açıklanan Marco Rubio, açık bir şekilde İsrail yanlısı bir isim. Geçtiğimiz eylül ayında, “İsrail’in kendisini savunmaktan başka bir seçeneği yok,” açıklamasını yapmıştı. Rubio, İran, Çin ve Türkiye gibi ülkeler karşısında şahin duruşuyla biliniyor ve Ukrayna’nın desteklenmesine karşı bir tutum içinde.

Savunma Bakanlığı’na atanacağı açıklanan Pete Hegseth hem Irak’ta hem de Afganistan işgallerinde görev yaptı. Ulusal Muhafız olarak görev yaptığı dönemde, “sağcı milis gruplarla bağlantılı olduğu” gerekçesiyle görevden alınmıştı. 

Kısacası, Trump’ın daha şimdiden seçtiği bakan adayları ve idari atamaları Amerikan federal sistemini nesiller boyunca sekteye uğratacak nitelikte olduğu görünüyor.

Trump’ın başkanlığının küresel düzeyde olası etkileri

Trump’ın şu ana kadar kabinesine seçtiği adaylar ve atadığı idari personelin geçmişleri incelendiğinde, dış politikasının çerçevesini şu şekilde özetleyebiliriz: İran’ın sıkıştırılması, İsrail’in desteklenmesi ve Çin ile kapışma.

İklim krizi: İklim krizini inkâr eden Trump, şimdiden bu doğrultuda adımlar atmaya başladı. Enerji Bakanlığı’nın başına fosil yakıt endüstrisinin önde gelen bir üyesi ve bir petrol şirketinin CEO’su olan Chris Wright’ı önerdi.

Ukrayna savaşı: Trump’ın ABD’nin Ukrayna savaşına verdiği desteğe karşı olduğu ve Putin’e sempati beslediği bilinen bir gerçek. 

Beyaz Saray’a geçtiğinde Ukrayna’daki savaşın sonlandırılmasına yönelik baskı yapacağını hesaplayan Rusya, bu günlerde işgal ettiği toprakları mümkün olduğu kadar genişletme çabasını arttırmış durumda. Trump Ukrayna’ya askeri yardımları keserek, bölgedeki statükoyu koruyan, yani Rusya’nın işgal ettiği topraklarda kalmasına olanak sağlayan bir barış anlaşması dayatması büyük bir olasılık. 

İsrail: Trump’ın bir önceki iktidarı döneminde Amerikan Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıdığını unutmamak gerekiyor. Nitekim, Orta Doğu Özel Temsilciliği için emlak zengini Steve Witkoff’u seçmesi bir tesadüf değil. Witkoff, Netanyahu’nun sıkı bir destekçisi.

Bunun yanı sıra, ABD’nin yeni İsrail Büyükelçisi olarak Mike Huckabee atanacak. Huckabee’nin daha önce ‘iki devletli çözüm’ fikrini reddettiği ve sadık bir İsrail destekçisi olduğu biliniyor.

İran: Trump’ın, Benjamin Netanyahu’ya İran ve kontrolü altındaki vekil militanlar konusunda, “ne yapman gerekiyorsa onu yap” yaklaşımı içinde olduğu biliniyor. 

Çin: Trump’ın Çin karşıtı katı bir tutum içinde olduğu biliniyor. Bu nedenle, diğer bölgelerdeki irili ufaklı sorunları bir an önce çözüp, bir numaralı sorun olarak gördüğü Çin’e odaklanmayı hedeflediğini söylemek yanlış olmaz. 

Trump seçim kampanyası sırasında dile getirdiği gibi Çin’den gelecek mallara yüzde 60 düzeyinde gümrük vergisi uygulamasına geçilmesi durumunda, Çin’de yıllardır süren ve muazzam boyutlara ulaşmış olan emlak piyasasındaki sorunların yanı sıra, yaşanan derin ekonomik problemlerin çözümüne ilişkin çabalar sekteye uğrayabilir.


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

Tekme tokat bir diyalog süreci

Sürecin bir aşamasında Esenyurt, Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyım atandı. OHAL uygulamalarıyla seçmen iradesine apaçık bir darbe girişimi anlamına gelen kayyım uygulamaları, içinde olduğumuz diyalog sürecinin niteliğini görmek açısından çok önemli. 

İktidar bloku içinde farklılık çok açık. Fakat, farklılık daha çok usule dair gibi görünüyor. Farklar aynı zeminde yükselen sütunlar gibi. Bahçeli, bölgesel gelişmelere devletin vereceği yanıtın PKK’yi devreden çıkartmaktan geçtiğini düşündüğünü gösteren açıklamalar yapıyor. Bu yüzden Dem Parti ve Öcalan’ın muhataplar olarak öne çıkması gerektiğini dile getiriyor.

Bahçeli, PKK liderinin PKK’yi lağvetmesi için muhatap alınmasını öneriyor. Erdoğan ise tüm muhatapları sıfırlamak politikasını benimsiyor. Erdoğan mecliste 30 Ekim’de yaptığı konuşmada “Asli muhatabımız bizzat Kürt kardeşlerimizin kendisidir” dedi.

Muhatap sıfırlama konusunda iktidar blokunun iki parçası da net, Bahçeli bunu Öcalan ve Dem Parti’yi muhatap alarak yapmayı önerirken Erdoğan, Kürtlere “muhatap sizsiniz” diyerek PKK’nin akıbeti meselesinden uzak duruyor. Bu, Erdoğan’ın uzun yıllar boyunca tam olarak bu politikayı savunduğunu düşünürsek Bahçeli’nin çizgisine yaklaştığını gösteriyor. 

Konu hakkındaki en keskin konuşmalarında, Erdoğan Bahçeli’nin fazla ileri gittiğini ima ederken Bahçeli, devletin ali menfaatleri açısından çok önemli gördüğü çıkışını takip etmezse Erdoğan’a destek vermeyeceğini, cumhurbaşkanını görülmemiş bir şekilde överek ifade etti: “Devlette devamlılık, siyasette istikrar, Türkiye Yüzyılının inşası için Sayın Recep Tayyip Erdoğan güvencedir, milletin sevdalısıdır, tecrübesiyle ve birikimiyle bize göre tek seçenektir.”

Fakat Erdoğan ve Bahçeli arasında son süreç açısından asıl fark aynı konuşmada bu sözlerinden biraz önce söylediği sözlerde gizli. Erdoğan’ın yeniden seçilmesi için bir dizi şart öne sürüyor Bahçeli.  

Burada, aralarında yöntem farkı, esas olarak sürecin muhatabını belirleme farkı bulunsa da ilk bakışta Erdoğan’ın da Bahçeli’nin de sorunu terör ve terörün sonlandırılması konusuna indirgediğini düşünmek mümkün. Burada asıl sorun şu: Misak-ı Milli sınırları içinde PKK’nin silahlı eylemleri hemen hemen sona ermişken, Cumhur İttifakı 2015 yılından beri izlediği askeri çözüm politikasına devam etmek yerine neden Bahçeli Öcalan’ın mecliste konuşma yapması için iki kere ısrarlı açıklama yapsın?

Devletin, çeşitli blokları arasındaki tüm farklılıklara rağmen, son 7 yıldır, Çözüm Süreci buzdolabına kaldırıldığından beri izlenen politikaların sonuçsuz kaldığı konusundaki çıkış analizi aniden yeni bir diyalog sürecinin kapısının aralanmasına neden oldu. Bu, kelimenin tam anlamıyla bir tekme tokat diyalog süreci. Kürtlerin son sekiz yıldır, inanmak istemeyenlerin yaşanan tüm seçimlerde aldığı oylara ve kritik politik tutumlara baktığında net bir şekilde görebileceği gibi geriletilemez direnci, devletin bölgesel gelişmelere dair analiziyle beraber mecburi bir diyalog sürecinin başlamasına neden oldu. Devletin baştan sonra planlandığı, her ayrıntısını önceden düşündüğü bir süreçle karşı karşıya değiliz. Böyle bir süreç hiçbir zaman da olmayacak. Öyle muazzam işlek bir devlet aklı olduğunu düşünenler, karşısındaki güce hiçbir zaman sahip olmadığı yetileri atfederek yaklaşanların teveccühü hem egemen sınıfın hem cumhur ittifakının hem de devletin bir dizi konuda bölünmüş olduğu gerçeğini de son süreçte yaşanan zaman zaman kaotik boyutlara varan gelişmeleri de ıskalıyor. 

Bölünmüşlüğe dair bir iki örnek

Ekim ayından beri iktidar blokunun merkezlerinde açığa çıkan bölünmüşlük kasımın ikinci haftasında yapılan grup toplantılarında netleşti. En önemli göstergelerden birisi Bahçeli’nin Öcalan çıkışına Erdoğan’ın hiçbir şekilde değinmemesi oldu. Erdoğan sanki tüm Türkiye’de günlerce konuşulan böyle bir öneri hiç yapılmamış gibi davrandı. Bahçeli’yi genel yaklaşımı için övdü elbette ama Öcalan çağrısını yok saydı. 

Bir diğer örnek ise üstte de sözünü ettiğimiz, Bahçeli’nin Erdoğan eğer yeniden seçilmek istiyorsa diyerek öne sürdüğü şartlar. Bu şartlar, Bahçeli’nin örtülü pazarlıkçılığına çok kesin bir kanıt. Birinci şart şöyleydi: “terörü ve enflasyonu bitirip Türkiye'yi siyasi ve ekonomik istikrarın zirvesine çıkarırsa...” Bu şartın tehdit kısmı ise şuradaydı: “Ne yapacağız, CHP’nin içinde 4 yıl varken adam mı arayacağız?" Bu, eğer isteklerimiz yerine getirilmezse, daha dört sene varken ana muhalefet içinde cumhurbaşkanı adayı belirleme sürecinin parçası oluruz demekti. 

AKP sözcüleri kayyım politikasını ateşli bir şekilde savunur ve yeni kayyım hamlelerinin devreye girmek üzere olduğu tehdidini savururken, Bahçeli, kayyım uygulamalarının, özellikle Ahmet Türk’ün belediye başkanlığından uzaklaştırılmasının yeni sürece nifak sokmak için atılan bir adım olduğunu söyledi. Elbette Bahçeli’nin genel olarak kayyım uygulamasına karşı olduğunu hiç kimse dile getiremez. Ama "geçici olarak görevden uzaklaştırılan belediye başkanları, hukuki süreçlerin sonuçlanmasını sabırla beklemelidir" diyerek AKP liderliğinden bir ölçüde farklı bir tutum aldığı da aşikâr.

Bir başka örnek ise en son konuşmasında görülüyor. 30 Ekim’de konuşan Erdoğan cumhuriyet tarihine dair şu sözleri dile getirmişti: “Belli dönemlerde cumhuriyetin öz evlatları ötelendi, hırpalandı. Elbet güzel günler de gördük ama daha fazla hüzün gördük. AK Parti'mizi kurarken en büyük hedefimiz devlet ile milleti kucaklaştırmak, milletimizin kardeşliğini yüceltmekti. Bu ülkede dindarlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılıyordu, ayrımcılığa son verdik.”

Bu konuşmaya yanıtı Bahçeli 12 Kasım’da yaptığı konuşmada verdi: “Bugüne kadar Türkiye’de kimse ikinci sınıf muamelesi görmemiştir… Kimse bu ülkenin zencisi sayılmamıştır.” Böylece cumhuriyet tarihini en koyu milliyetçi fikirleriyle aklama ve allayıp pullama görevini layıkıyla yerine getirdi.

Bu bölünmüşlüğün önemi, süreç boyunca defalarca hat değiştirebilecek bir iktidar blokuyla karşı karşıya olduğumuzu ve hazırlıklarımızı bu ani değişikliklere göre yapmak zorunda olduğumuzu göstermesinde değil sadece, aynı zamanda bu bölünmüşlüğün, değerlendirmesini bilirsek, içinde Kürt halkının en büyük kazanımla çıkabileceği egemen sınıfın zayıflığının ifadesi olmasındadır.


Alex Callinicos Tüm Yazıları

Trump'ın zaferi ABD sermayesi için ne anlama geliyor?

Trump'ın zaferi sonucunda yaşanan şokun etkisi azaldıkça bu kez onun neler yapacağına dair çok sayıda spekülasyona tanık olmaya başladık. Beklenebileceği üzere, şimdi herkesin odağında Trump'ın açıklamakta olduğu isimler var.

Trump ilk döneminde, büyük uluslararası şirketler ve bankalar ile dünyayı onlar için güvende tutan ABD ulusal güvenlik teşkilatından oluşan egemen sınıfa güven vermeye çalışıyordu. Kabinesini de büyük ölçüde onların temsilcilerinden oluşturmuştu.

Bu defa [Demokratlarla işbirliği içinde olan] “Sözde Cumhuriyetçilere” yer yok. Çünkü hem şahsi hem de siyasi anlamda kendisine sadık olan isimleri seçmeye kararlı. Sonuç olarak aşı karşıtları, ahlaksız Kongre üyeleri, Siyonistler ve kaya gazı çıkarmak isteyen sermayedarların art arda dizildiği bir geçit töreni bekleniyor. Ve bu kişilerin sicilleri de görüşleri kadar korkutucu.

Ancak durum göründüğünden daha karmaşık ve içinde birtakım çelişkiler de barındırıyor. 

Trump geçen sefer hâkim egemen sınıfın güvenini kazanmak zorundaydı çünkü kendi toplumsal tabanı başka bir şekilde konumlanmıştı –ki bu taban, Marksist tarihçi Mike Davis'in “lümpen-milyarderler” dediği kesimden oluşuyordu. Bunlar, örneğin bakım evleri işleterek hem iç pazardan hem de ABD yönetiminden pay koparmayı başarıp servet sahibi olmuş kapitalistlerdir.

Ancak bu kez egemen sınıfın merkezinde bir bölünme gerçekleşti. Bugüne dek Demokrat kimliğiyle tanınan Tesla'nın patronu Elon Musk, Silikon Vadisi'ndeki büyük miktarda paranın Trump saflarına geçmesine öncülük etti. Dev yatırım şirketi Blackstone'un CEO'su Stephen Schwarzman ise 6 Ocak 2021'de ABD Kongre Binası'nın basılması üzerine Trump'la ters düşmüş olmasına rağmen şimdi onun yanında yer alıyor. Bu arada Trump, dünyanın tartışmasız en güçlü kapitalisti ve Silikon Vadisi'nin devasa yatırım şirketi BlackRock'ın CEO'su Larry Fink ile de yakın ilişkilerini sürdürdü.

Trump şimdi, önceki döneminde bu sermayedarlara sunmuş olduğu vergi indirimleri ve deregülasyondan fazlasını da masaya koyuyor. Ancak bazı politik tutumları da bu şirketlerin çıkarlarıyla ters düşüyor: Büyük ABD sermayesi küresel çapta faaliyet gösterirken Trump dünyanın geri kalanıyla arasına daha fazla duvar örme niyetinde.

Başlıca vaatlerinden biri ise yasadışı göçmenleri ülkeden göndermek.  Ancak Goldman Sachs'ın hesaplamalarına göre göçmenler sayesinde, 2023'ten bu yana ABD işgücünde 4 milyondan fazla artış sağlandı ve bu durum “işgücü piyasasının küçük bir ekonomik maliyetle yeniden dengelenmesine yardımcı oldu”. Morgan Stanley ise “göçün engellenmesinin büyümeyi yavaşlatacağı ve enflasyonu yükselteceği” uyarısında bulunuyor.

Trump'ın ithalat üzerindeki yüksek gümrük vergileri tehdidi, günümüz kapitalist üretiminin dayandığı uluslararası tedarik ağlarını da sekteye uğratacaktır. Örneğin, Musk her ne kadar rezil bir aşırı sağcı duruş sergilese de Çin ve Almanya'da fabrikaları bulunan küresel bir elektrikli otomobil şirketinin patronu konumunda. Liberal serbest piyasa yanlısı Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei'yi gümrük vergilerini düşürdüğü için öven tweet'i, Trump'ın ticaret politikasından pek de hoşnut olmayacağının bir göstergesi.

Bir diğer sorun ise ABD siyasetinin işleyiş şekliyle ilgili. Cumhuriyetçilerin bugün başkanlık, Kongre'nin her iki kanadı ve Yüksek Mahkeme olmak üzere devletin tüm organlarını kontrol ettiği doğrudur, ancak ABD’deki devlet yapısı esasen iki temel işlevi yerine getirmek üzere faaliyet gösterir. Birincisi, her iki partiden de seçilmiş yöneticilerin büyük sermayeye hizmet etmesini sağlamak ve ikincisi de rakip şirketlerin kendileri için en iyi sonuçları elde etmek üzere lobi faaliyetleri yürütmelerine, bu yönde pazarlık yapabilmelerine olanak tanımak. Fink'in, seçimi kimin kazandığının “hiçbir önemi olmadığını” söylemesinin nedeni de budur.

Trump, genellikle acı verici bir yavaşlıkla işleyen bu sistemi çalıştırmak zorunda. Bunu bildiği için de Kongre'yi saf dışı bırakmanın yollarını arıyor.  

Ash Merton, New Left Review'in web sitesinde yayımlanan yazısında şöyle diyor:

“Trump'ın ikinci dönemi, en büyük vaatlerinin, rakip çıkar grupları ve onların –hem yönetim içindeki hem de dışındaki— siyasi temsilcileri arasında arabuluculuk yapmanın pratik zorluklarıyla karşı karşıya kalacağı tanıdık bir şablonu önümüze serecek gibi görünüyor. Görevdeki ilk döneminde bu dinamikler onu bir dizi başarısızlığa ve nihayetinde taviz vermeye zorlamış, o da suçu 'derin devlet' adlı karanlık düşmanın üzerine yıkmıştı. Önümüzdeki dört yıl da yine benzer bir hedef saptırma girişimiyle geçecektir.”

Bu saptamaları büyük ölçüde doğru görünüyor. Ne var ki Trump bunu daha önce de yaşadığı için, şimdi kendi tabanına durumun farklı olacağını kanıtlamaya çalışacaktır. Büyük olasılıkla da işe “Amerikan tarihindeki en büyük sınır dışı operasyonu” olarak adlandırdığı şeyle başlayacak – ve bu da tarifsiz acılara yol açabilir. 

Sadece ABD'de değil dünyanın geri kalanında da solun artık ayağa kalkması ve direnişe hazırlanması gerekiyor.

Alex Callinicos

Çeviri: Tuna Emren


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

Bakü’de bir garip zirve

Bu seneki Birlemiş Milletler İklim Zirvesi (COP29); ülke ekonomisinin temelini petrol ve gaz üretiminin oluşturduğu Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de toplandı.

Gündem ise iklim krizinin etkilerine karşı dünyanın dönüşümü için gereken paranın bulunması.  

Dünyanın ısınmasına yol açarak iklim krizini yaratan ve ani iklim değişikliği riskinin başlıca sorumluları, “tarihsel kirleticiler” denilen ABD ve Avrupa ülkeleri, tarihsel olarak olmasa da günümüzde en büyük kirletici durumundaki Çin ve fosil yakıtlara dayanan endüstrilerin var olduğu diğer devletler.

Son on yılda karbon emisyonu artışında en üst sıralara yükselen Türkiye ve diğer “yeni kirletici devletler”  de yangına körükle gidiyor. 

Öte yandan sanayisi gelişmemiş, karbon emisyonlarında payı düşük olan Küresel Güney’deki fakir devletler de var. İklim krizinin sorumlusu olmadığı halde iklim krizinden en fazla etkilenen bu devletlerin felaketlere karşı gereken önlemleri alması ve temiz enerjiye geçişi sağlaması için kullanabilecekleri bütçeleri yok.

Haklı olarak G-20 devletlerine bakıp gereken parayı onların vermesini istiyorlar.

15 yıl önce Kopenhag’da yapılan iklim zirvesinde, 2020’den itibaren zengin ülkelerin iklim finansı için yılda 100 milyar dolar ödemesi üzerinde uzlaşılmıştı.

Geçen dört yılda verdikleri taahhütleri yerine getirmedikleri gibi iklim krizine karşı bulunması gereken para artık 1,3 trilyon dolar olarak ifade ediliyor.

Mali yardım taahhütleri için gereken paranın fosil yakıt üretip satan dev şirketlerden ve küresel zenginlerden alınması gerekir. Bu çözüm masaya sunulmuyor, onun yerine yeni vergilerden söz ediliyor. Bu, şirketlerin ve sermayedarların değil kamu kaynaklarının kullanılması anlamına geliyor. Vergi yükünü sırtında taşıyan işçiler bir yandan iklim felaketleriyle boğuşup bir yandan da kapitalistlerin çıkardığı faturayı ödemek zorunda bırakılacak.

Bakü’den gelen haberlere göre politikacılar ve şirket yöneticileri kendi reklamlarını yapmakla meşgul. Zirvenin, Filistin’de soykırım gerçekleşirken kendi çıkardığı petrolü İsrail devletine satan Azerbaycan’da gerçekleşmesi irkiltici bir ironi gibi. 

Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi (SOCAR) verilerine göre dünya petrol rezervlerinin yaklaşık yüzde birine sahipler. Aliyev ailesi liderliğindeki egemen sınıf, halkın çoğunluğu yoksulluk içindeyken yaşadıkları zenginliği petrol ve gazdan elde ediyor.

SOCAR’ın çıkardığı petroller Bakü-Tiflis-Ceyhan (Adana) boru hattı üzerinden soykırım devletine yollanıyor.

Türkiye işçi sınıfı, iklim aktivistleri, Filistin dostları iklim krizine ve sorumlularına karşı mücadele etmelidir. Yüksek vergiler, kuraklık sonucu artan gıda fiyatları, afetler ve zorunlu göç gibi vahim durumlarda en fazla zarar gören emekçilerdir. Felakete doğru hızla koşan sisteme son verebilecek güç üretimi sürdüren işçilerde.


Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

ABD seçimleri, Kürt sorununda çözümsüzlük

ABD Başkanlığına Donald Trump’ın dört yıl aradan sonra beklenmeyen oy farkıyla tekrar seçilmesi, iç ve dış politikada yeni bir döneme işaret ediyor.

Seçim sürecinde Trump, “Önce Amerika” anlayışını merkeze alması, Ortadoğu’da bundan sonra muhtemel yaşanacakları daha da önemli hale getirdi.

Beklenti ve öngörüler, ilk döneminde izlediği politikaları daha sistematik ve bütünsellik içinde sürdürmekte kararlılık göstereceği doğrultuda. Bu yaklaşım, değişen küresel koşullar nedeniyle farklı dinamiklerle şekillenmeye açıktır.

Çok açık ki, Joe Biden döneminin söylemde de olsa “batı değerleri merkezli” dış politika yaklaşımından önemli bir kopuş olacak.

İsrail - Filisin savaşı, İran konusu ve Suriye ile Kürt sorunu en kritik konu başlıkları. Bölgenin şekillenmesinde önemli yer kaplayan bu konularda Trump yönetiminin, lider odaklı ve pragmatik bir stratejiye yönelmesi, ABD çıkarlarına odaklanmış hesapçı ve bir ölçüde müzakereye dayalı yaklaşımlar sergilemesi ve politika izlemesi kuvvetle muhtemel.

Son dört yıldır Türkiye dâhil bölge ülkeleriyle ilişkileri ve politikaları gözden geçirmesi ve yeniden yapılandırması kaçınılmaz olacak gibi görünüyor.

Ankara’nın, ABD’nin bölgesel politikalarıyla örtüşen çıkarları üzerinden bir işbirliği zemini oluşturma çabasına girmesi kaçınılmaz gibi duruyor.

Ancak bu noktada Türkiye için en büyük pürüzü, Kürt sorununda izlenen çözümsüzlük ve güvenlikçi politikalar oluşturuyor.

Suriye Kürtlerinin bir biçimde statükoya kavuşmalarına veya Şam ile anlaşmalarına yol açacak bir süreç Ankara’nın uykularını kaçırmakta. Beka siyasetini tehlikeye atıyor.

Trump’ın ilk döneminde PYD ile ilişkiler konusunda yaşanan gerilim ve yükselen tansiyon daha akıllardan çıkmış değil. Trump’ın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yazdığı “akıllı ol, ekonomini batırırım” içerikli mektubun da daha mürekkebi kurumadı.  

ABD’nin iç tutarlığa sahip bir Kürt politikası yok. Çıkarlarına dayalı PYD, KDP, YNK ve PKK politikaları var. Bu durum bölgenin diğer sorunlarına yaklaşımıyla yan yana geldiğinde, bölgesel çatışmaları tetiklemesi ve artırma ihtimalini gündeme getirmekte.

İki gün önce Türkiye’ye karşı sert açıklamalarıyla tanınan Marco Rubio'yu Dışişleri Bakanı aday olarak açıklanması olacakları ilk işareti oldu.

Ankara’nın korktuğu

Ankara; ABD seçimlerini kim kazansa Suriye’de, Bölgede ve Kürt meselesiyle ilgili yeni bir dönemin başlamasını ya da bir dizi yeni sorunların oluşma ihtimalini dikkate aldığından, 1 Ekim 2024’te Devlet Bahçeli’yi harekete geçirdi.  

Bunda bir anormallik yok. Mesele Türkiye’nin ABD karşısında elinin düne göre çok daha zayıflamış olması.

Kürt sorununda izlenen güvenlikçi çözümsüzlük politikalarından elde edilmek istenen sonuçlar elde edilemedi.

İçerde demokratik Kürt siyasal iradesi zayıflatılamadı. PYD/YPG’nin Suriye’nin geleceğinin şekillenmesindeki pozisyonunda zayıflama değil güçlenme oldu.

Türkiye, Rusya ve İran üçlüsünün Astana toplantılarında ciddi bir ilerleme sağlanamadı. Ülke çatışma yorgunu ve yüksek enflasyonla boğuşan çoklu kriz yaşıyor. Sistem tıkandı.

Bu koşullarda pragmatik, stratejik belirsizlikler ve caydırıcılık esaslı politikalar, Türkiye için stratejik fırsatlar yaratma ihtimalinden daha fazla PYD’nin dolayısıyla PKK’nin hareket alanını genişletebilir. Bütün bu ihtimaller güçlü bir riski barındırmakta. Beka sorunu kapıya dayandı.

Bu da hiç sürpriz, hesapta olmayan ve öngörülemeyen bir şey değil. Ankara siyasetinin sürüklendiği yer olarak tanımlanması gereken bir durum.

Odaklanılması gereken nokta, Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim hamlesinin üzerinden 45 gün geçmesine rağmen, Ankara sekiz yıldır izlediği güvenlikçi ve Kürt haklarını yok sayan siyasetinde pozitif bir değişikliğe gidileceğine dair ciddi bir işareti toplum algılamış değil.

Hatta Bahçeli’nin ilk çıkışından sonraki 15 gün kadar süren temkinli iyimserlik hali bile, kayyım atamalarıyla ve Cumhur İttifakı partilerinin genel başkanlarının kullandığı dil ve yaklaşımlarla bozulmaya yüz tuttu.

Kendi Kürdü ile çatışmayı diyalog ve müzakere yoluyla bitirmeyi, barışmayı tercih etmemek, sorunun çözümünde yeni ortaklar belirmesine yol açtı.

İktidar çevrelerinin “ABD’nin PYD/YPG’ye verdiği destek, Trump yönetimi sırasında Türkiye ile gerginlik yaratmaya devam edebilir. Ancak Trump’ın denizaşırı askerî varlıkları azaltma eğilimi, PYD’ye sağlanan desteğin sınırlandırılması potansiyelini taşımaktadır. Türkiye, terörle mücadelede ABD ile işbirliği yollarını aramaya devam edebilir” gibi hayal satmasıyla bir yere varılamaz. 

Kürt sorununda artık zamana oynamanın toplumsal faturası çok ağırlaştı. 1 Ekim’de kamuoyuna mal edilen ön görüşme sürecinin hızlandırılması ve bir an önce müzakere sürecine geçilmesinde büyük yarar var.

Geçmişten ders çıkararak, müzakerelerin değişik katmanları harekete geçirmesinin her gün daha fazla kaçınılmaz bir hal aldığı anlaşılmalı. Yeter ki ezberlerimizi bozacak cesareti gösterelim. Kürtlerle barışmaya, müzakere etmeye cesaret edelim ki, günümüzün en büyük haydudu ABD Başkanı Donald Trump’ın kirli hesaplarına, egolarına teslim olmak zorunda kalınmasın.


Can Irmak Özinanır Tüm Yazıları

Hayvan hakları sınıf mücadelesinin neresinde?

Sokakta yaşayan hayvanların katledilmesini öngören yasa tasarısının meclisin gündemine geleceğinin duyulması üzerine, yasayı durdurmak için pek çok şehirde sokağa çıkan yeni bir hareket doğdu. Öncelikle şunu söylemek lazım, hayvanların hakları için mücadele eden binlerce aktivist daha önce de vardı. Sokakta yaşayan kedi ve köpekleri besleyen, yaralandıklarında peşlerine düşüp tedavi ettiren, barınaklara gidip durumu yerinde tespit eden, vegan beslenmeyi yaygınlaştırmayı savunan onlarca grup ve oluşum vardı. AKP’nin sokakta yaşayan hayvanları öldürmek istediği bir süredir bilinen bir şeydi, gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan gerekse başka AKP’liler “başıboş sokak köpeği terörü” gibi sözlerle bu nefreti pompalıyor, gazeteleri, televizyonları ve sosyal medya trolleriyle AKP medyası ise bu propaganda üzerinden yaygın bir kampanya yürütüyordu. 

Yasa henüz gündeme gelmeden önce kurulan Hayvan Yaşam Özgürlük İnisiyatifi (HYÖ), bu meselenin politik olarak ele alınması gerektiğini ve ancak politik bir mücadelenin bu meseleyi yerli yerinde bir hatta oturtabileceğini savunarak kuruldu. HYÖ’nün temel çıkış noktası, sokakta yaşayan hayvanlara dönük nefret söylemiyle işçi sınıfına ve ezilenlere yönelen şiddetin aynı temelden beslendiği ve solun genel olarak hayvan hakları mücadelesiyle bağ kurmasının gerekliliğiydi. O güne kadar çeşitli girişimler olsa da sağcı, milliyetçi argümanların hâkim olduğu bir alana sıkışan hayvan hakları mücadelesine dönük bu politik müdahale (benzer hatta sahip başka oluşumların da desteğiyle) yasa gündeme geldiği andan itibaren kitleselleşmeye başladı, daha önceden hayvan hakları gündeminin uzağında duran solun önemli bir kısmıysa bu hareketle birlikte konuyla ilgilenmeye başladı. 

Peki, hayvan hakları neden solun ve işçi sınıfının gündemi olmalı? 

Yasaya karşı mücadele

Katliam yasasına karşı mücadele sınıf mücadelesinin gündemlerinden biridir çünkü geçirilen yasa tam da bugün işçi sınıfının örgütlü gücünü her alanda kırmaya çalışan neoliberal otoriterliğin bir görüngüsüdür. Burada AKP-MHP blokunun, basitçe işçi sınıfı mücadelesinin gündemini değiştirmek için bu yasayı öne sürdüğünü iddia etmiyorum. Mesele bundan daha katmanlı. 

Meltem Oral ve Foti Benlisoy’un “Yaygın yanılgılar, cinai ayrımlar ve sadist popülizm” yazısında da belirtildiği gibi sokakta yaşayan hayvanlarla insanların ilişkisinin gündeme gelişi ile kapitalizmin gelişimi arasında ciddi bir bağlantı var: 

“Aslında bu ayrımın ancak 19. yüzyılda genelleştiği, sokak köpeklerinin tehlikeli, saldırgan ve hastalıklı olarak damgalanmasının burjuvazinin kendi suretinde kentsel mekânlar yaratma arayışının neticesi olduğu söylenebilir.”

Bugün de sokakta yaşayan hayvanlara yönelik nefret kampanyasının belli bir “soylulaştırma” çabasının ürünü olduğu ortada.  Yoksulların kent merkezlerinden sürülmesiyle, transların, köpeklerin dolayısıyla kârlı değil de “tehlikeli” olarak kodlanan tüm kesimlerin kent merkezlerinden sürülmesi arasında bir ilişki var. Dolayısıyla nasıl ki kent hakkı sınıf mücadelesinin bir parçası sayılmalıysa bugün kentleri soylulaştırmaya çalışan katliam yasası da sınıf mücadelesinin bir parçası. 

Belki daha önemli bir nokta ise AKP-MHP iktidar blokunun ürettiği moral panik havası. Jamaikalı-İngiltereli Marksist Stuart Hall ve meslektaşlarının 1979 yılında ürettiği “moral panik” kavramı, otoriterleşen egemen sınıfların bir tür panik havası yaratarak toplumu otoriterizmin hegemonyası altında nasıl toplamaya çalıştığına işaret eder. Bu meseleyi AKP’nin en iyi bildiği alanlardan birine çekmesi anlamına gelir: Kültür savaşları. 

Bugün ailenin elden gittiği yaygarasıyla kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelen şiddet, köpeklerin “kuduz olduğu” veya “çocukları öldürdüğü” gerekçesiyle meclisten apar topar geçirilen yasa, hayvan cinayetlerine cevaz verilmesi günümüz otoriterliğini pekiştirerek bir disiplin toplumu yaratmaya çalışmanın önemli parçalarıdır. 

İktidar blokunun otoriterliğine son vermek isteyenler kadınların ve LGBTİ+’ların mücadelesine de, katliam yasasına karşı mücadeleye de omuz vermelidir. 

Hareket edenler öğrenirler 

Marx’tan Rosa Luxemburg’a uzanan bir skalada Marksistlerin hayvanların sömürüsü üzerine yazdıkları bulunsa da dünya çapında Marksistlerin hayvan hakları alanında pek de aktif oldukları tarihsel olarak söylenemez. Ancak Marksist yöntemin en temel sacayaklarından biri hareketten öğrenmektir. Bugün katliam yasasına karşı mücadeleden hepimizin öğrenebileceği bir şeyler var. Bunlardan birisi sadece sokaklarda yaşayan hayvanlarla dayanışmanın değil, genel olarak bir hayvan özgürleşmesi perspektifinin de Marksistlerin genel mücadelesinin bir parçası olmasının gerekliliğidir. 

Bu basitçe ahlaki bir öğretiden, vicdandan vb. ortaya çıkan bir gereklilik değil. İşçi sınıfının kendisinin tüm sömürüyü ortadan kaldıracak sınıf olma iddiasına sahip çıkmanın, dolayısıyla Antonio Gramsci’nin deyişiyle “etik-politik” bir moment örgütlemenin parçasıdır. Genel olarak hayvan sömürüsü doğrudan işçi sınıfının sömürüsünün bir sonucu değildir ancak kapitalizmin ekolojik sömürüsünün önemli bir parçası da hayvanların çeşitli amaçlar doğrultusunda sömürülmesidir. 

Bu konuda teorik ve politik olarak çok daha fazla tartışmaya ihtiyaç olduğu ortada. Bu tartışmaya başlamak için fazla geç kalmamak, eşit ve özgür bir dünyaya, komünist topluma ulaşmak açısından çok önemli diye düşünüyorum. 


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

Ankara mitinginin ardından: Mücadele devam etmeli

Kemer sıkma dayatmasına, büyüyen gelir ve vergi adaletsizliğine karşı işçi hareketi ayakta.

Türk-İş kitlesel ve tarihi Ankara mitingi, işyerlerindeki mücadele isteğinin ne kadar yaygın olduğunu ortaya koydu.

Yüz binlerce işçinin üyesi olduğu sendikaların konfederasyonunun merkezi bir kararla neler yapabileceğini gördük.

Çerkezköy, Zonguldak ve Bursa’da bölgesel mitinglerin ardından Türk-İş yönetimi 24 Eylül’de bir saat iş bırakılacağı, yürüyüş ve oturma eylemleri yapılacağı kararını bölge temsilciliklerine ve bağlı sendikalara bir yazıyla bildirdi.

24 Eylül’de birçok şehirde ve iş kolunda bu eylem kararı uygulandı. Sendikaların işyeri temsilcilikleri, sendika şubesi ve genel merkez arasındaki koordinasyon sağlandı. Bu koordinasyon sayesinde 20 Ekim’de çoğu kişi tarafından beklenmedik büyüklükte bir gövde gösterisi kolayca gerçekleştirilebildi.

Eğer çarklar harekete geçerse, sendikalar bürokratik ve statükocu genel tutumlarından çıkar. Bugün olduğu gibi etkili mücadele araçlarına dönüşür. Bunu sağlayan sendika yöneticilerinin ileri görüşlülüğünden çok, onları mücadeleye zorlayan işyerindeki sendikal örgütlenmedir.

Türk-İş sadece genel merkez, şubeler, temsilciliklerden oluşmuyor. Ağırlıklı olarak kamuda ve fakat sanayinin merkezinde de örgütlü olan konfederasyon, güçlü işyeri örgütlenmelerine sahip. Bu örgütlenmeler sayesinde iş bırakmalar ve protesto eylemleri hayata geçirilebiliyor.

Bugünkü mücadeleyi daha ileri bir düzeye sıçratmak, üretimin gerçekleştiği ve üretimden gelen gücün kullanılabileceği işyeri temsilcilikleri arasındaki koordinasyon ile mümkündür.

Böyle bir koordinasyon işkollarında, şehirlerde sağlanabilirse Ankara mitinginde dile getirilen ortak taleplerinin kazanılması için çok daha etkili bir mücadele verilebilir.


Tüm Yazarlar


Alex Callinicos Tüm Yazıları

Trump'ın zaferi ABD sermayesi için ne anlama geliyor?

Trump'ın zaferi sonucunda yaşanan şokun etkisi azaldıkça bu kez onun neler yapacağına dair çok sayıda spekülasyona tanık olmaya başladık. Beklenebileceği üzere, şimdi herkesin odağında Trump'ın açıklamakta olduğu isimler var.

Trump ilk döneminde, büyük uluslararası şirketler ve bankalar ile dünyayı onlar için güvende tutan ABD ulusal güvenlik teşkilatından oluşan egemen sınıfa güven vermeye çalışıyordu. Kabinesini de büyük ölçüde onların temsilcilerinden oluşturmuştu.

Bu defa [Demokratlarla işbirliği içinde olan] “Sözde Cumhuriyetçilere” yer yok. Çünkü hem şahsi hem de siyasi anlamda kendisine sadık olan isimleri seçmeye kararlı. Sonuç olarak aşı karşıtları, ahlaksız Kongre üyeleri, Siyonistler ve kaya gazı çıkarmak isteyen sermayedarların art arda dizildiği bir geçit töreni bekleniyor. Ve bu kişilerin sicilleri de görüşleri kadar korkutucu.

Ancak durum göründüğünden daha karmaşık ve içinde birtakım çelişkiler de barındırıyor. 

Trump geçen sefer hâkim egemen sınıfın güvenini kazanmak zorundaydı çünkü kendi toplumsal tabanı başka bir şekilde konumlanmıştı –ki bu taban, Marksist tarihçi Mike Davis'in “lümpen-milyarderler” dediği kesimden oluşuyordu. Bunlar, örneğin bakım evleri işleterek hem iç pazardan hem de ABD yönetiminden pay koparmayı başarıp servet sahibi olmuş kapitalistlerdir.

Ancak bu kez egemen sınıfın merkezinde bir bölünme gerçekleşti. Bugüne dek Demokrat kimliğiyle tanınan Tesla'nın patronu Elon Musk, Silikon Vadisi'ndeki büyük miktarda paranın Trump saflarına geçmesine öncülük etti. Dev yatırım şirketi Blackstone'un CEO'su Stephen Schwarzman ise 6 Ocak 2021'de ABD Kongre Binası'nın basılması üzerine Trump'la ters düşmüş olmasına rağmen şimdi onun yanında yer alıyor. Bu arada Trump, dünyanın tartışmasız en güçlü kapitalisti ve Silikon Vadisi'nin devasa yatırım şirketi BlackRock'ın CEO'su Larry Fink ile de yakın ilişkilerini sürdürdü.

Trump şimdi, önceki döneminde bu sermayedarlara sunmuş olduğu vergi indirimleri ve deregülasyondan fazlasını da masaya koyuyor. Ancak bazı politik tutumları da bu şirketlerin çıkarlarıyla ters düşüyor: Büyük ABD sermayesi küresel çapta faaliyet gösterirken Trump dünyanın geri kalanıyla arasına daha fazla duvar örme niyetinde.

Başlıca vaatlerinden biri ise yasadışı göçmenleri ülkeden göndermek.  Ancak Goldman Sachs'ın hesaplamalarına göre göçmenler sayesinde, 2023'ten bu yana ABD işgücünde 4 milyondan fazla artış sağlandı ve bu durum “işgücü piyasasının küçük bir ekonomik maliyetle yeniden dengelenmesine yardımcı oldu”. Morgan Stanley ise “göçün engellenmesinin büyümeyi yavaşlatacağı ve enflasyonu yükselteceği” uyarısında bulunuyor.

Trump'ın ithalat üzerindeki yüksek gümrük vergileri tehdidi, günümüz kapitalist üretiminin dayandığı uluslararası tedarik ağlarını da sekteye uğratacaktır. Örneğin, Musk her ne kadar rezil bir aşırı sağcı duruş sergilese de Çin ve Almanya'da fabrikaları bulunan küresel bir elektrikli otomobil şirketinin patronu konumunda. Liberal serbest piyasa yanlısı Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei'yi gümrük vergilerini düşürdüğü için öven tweet'i, Trump'ın ticaret politikasından pek de hoşnut olmayacağının bir göstergesi.

Bir diğer sorun ise ABD siyasetinin işleyiş şekliyle ilgili. Cumhuriyetçilerin bugün başkanlık, Kongre'nin her iki kanadı ve Yüksek Mahkeme olmak üzere devletin tüm organlarını kontrol ettiği doğrudur, ancak ABD’deki devlet yapısı esasen iki temel işlevi yerine getirmek üzere faaliyet gösterir. Birincisi, her iki partiden de seçilmiş yöneticilerin büyük sermayeye hizmet etmesini sağlamak ve ikincisi de rakip şirketlerin kendileri için en iyi sonuçları elde etmek üzere lobi faaliyetleri yürütmelerine, bu yönde pazarlık yapabilmelerine olanak tanımak. Fink'in, seçimi kimin kazandığının “hiçbir önemi olmadığını” söylemesinin nedeni de budur.

Trump, genellikle acı verici bir yavaşlıkla işleyen bu sistemi çalıştırmak zorunda. Bunu bildiği için de Kongre'yi saf dışı bırakmanın yollarını arıyor.  

Ash Merton, New Left Review'in web sitesinde yayımlanan yazısında şöyle diyor:

“Trump'ın ikinci dönemi, en büyük vaatlerinin, rakip çıkar grupları ve onların –hem yönetim içindeki hem de dışındaki— siyasi temsilcileri arasında arabuluculuk yapmanın pratik zorluklarıyla karşı karşıya kalacağı tanıdık bir şablonu önümüze serecek gibi görünüyor. Görevdeki ilk döneminde bu dinamikler onu bir dizi başarısızlığa ve nihayetinde taviz vermeye zorlamış, o da suçu 'derin devlet' adlı karanlık düşmanın üzerine yıkmıştı. Önümüzdeki dört yıl da yine benzer bir hedef saptırma girişimiyle geçecektir.”

Bu saptamaları büyük ölçüde doğru görünüyor. Ne var ki Trump bunu daha önce de yaşadığı için, şimdi kendi tabanına durumun farklı olacağını kanıtlamaya çalışacaktır. Büyük olasılıkla da işe “Amerikan tarihindeki en büyük sınır dışı operasyonu” olarak adlandırdığı şeyle başlayacak – ve bu da tarifsiz acılara yol açabilir. 

Sadece ABD'de değil dünyanın geri kalanında da solun artık ayağa kalkması ve direnişe hazırlanması gerekiyor.

Alex Callinicos

Çeviri: Tuna Emren


Ali Morgül Tüm Yazıları

Kod Adı Hummingbird: Teknoloji, hız ve insan

Kod Adı Hummingbird, modern kapitalizmin hız ve teknolojiyi nasıl birer tahakküm aracına dönüştürdüğünü gözler önüne seren bir film. Senaryonun merkezinde, fiber optik kablo ağı döşeyerek mali piyasalarda avantajlı bir konum elde etmek için çabalayan iki kuzen bulunuyor. Kuzenler, bu proje ile saniyenin birkaç binde birinden daha hızlı veri akışı sağlayarak piyasalarda belirleyici olmayı amaçlıyor ve tabi ki bu da kapitalist sistem içerisindeki acımasız ve yıkıcı rekabet koşulları altında yapılıyor. 

Filmde yeni teknolojik gelişmeler ve olanaklar sadece bir yenilik ya da ilerleme göstergesi olarak değil, aynı zamanda egemen sınıfların iktidarının pekiştirilmesi için kullanılan etkili ve güçlü EİSA’lar, yani egemen sınıfın ideolojik aygıtları olarak karşımıza çıkıyor. Filmde çok açık bir şekilde görülüyor ki teknoloji kimin elindeyse ona hizmet ediyor. Bir başka ifadeyle, bilgi ve teknolojinin eşitsiz ve farklı hızlardaki dağılımı, kapitalist sistemin teknolojiyi toplum üzerinde nasıl bir tahakküm aracına dönüştürdüğünü, modern kapitalist sistemin teknoloji-hız ve insan ilişkisine nasıl yaklaştığını da gösteriyor. 

Salma Hayek’in canlandırdığı Eva Torres karakteri şahsında, önce bu yarışın altında sadece bireysel hırslar varmış gibi gösteriliyor ancak filmin sonlarında bu teknoloji-hız yarışının altında daha geniş anlamda kapitalist sistemin doymak bilmez kâr hırsı olduğu Afrikalı çiftçilerin hikayesi ile deşifre ediliyor: Teknoloji gibi hız da bir meta haline gelmiştir, lakin Afrikalı çiftçilerin bundan haberi yoktur. 

Filmdeki esas oğlanlar –iki kuzen Vincent ve Anton- hız ve teknoloji yoluyla piyasalardaki konumlarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Bu çaba, kapitalizmin doğasında bulunan azami kâr eğiliminin bir yansıması. Filmde bir ekonomik kriz vesaire gündemde değil. Şirketler tıkır tıkır çalışmakta, para kazanmakta, fiber optik hat için milyonlarca dolar para harcanmakta. Lakin kapitalist sistem, daha fazla kâr elde etme güdüsüyle çalışan bir sistemdir, varlık amacı budur. Vincent ve Anton kuzenlerin fiber optik projesi, bu eğilimin somut bir örneğidir. Daha hızlı veri transferi, daha büyük kazançlar ve daha fazla güç-iktidar anlamına gelmektedir. Ancak bunun için (iki kuzen de dahil) emekçilerin hem fiziksel hem de zihinsel anlamda daha fazla sömürülmesi gerekmektedir. Anton ve Vincent bu projeye kendilerini adarken hem fiziksel hem de zihinsel anlamda sağlık sorunları yaşarlar: Anton’da simgeleşen psikolojik rahatsızlıklar ve Vincent’da simgeleşen ölümcül hastalık kanser.

Filmde kapitalizmin doğaya karşı savaşı da ele alınır. Projenin hayata geçirilmesi için tüneller açılır, araziler kazılır. Doğaya yönelik müdahaleler aynı zamanda insanın kendisine karşı bir savaşa dönüşür. Vincent’ın sağlığındaki bozulma, bu savaşın en açık göstergelerinden biri olarak ortaya çıkar. Anton ve Vincent, sistemin taleplerine bazen devletin baskı aygıtları ile bazen “rıza” ile boyun eğmek zorunda bırakılmıştır, kişisel ihtiyaçları ve değerleri geri plana itilmiştir. Örneğin filmin başlarında bir ırkçının Hispanik bir karaktere yaklaşımı ile bu dejenere olma hali daha projenin hemen başında kendisini gösterir. Esas oğlan Vincent bu ırkçı yaklaşımın üzerini örterek “işine bakar”, hiç hoşuna gitmeyen bir durum da olsa görmezden gelir. Yani benimsemediği ve doğru bulmadığı bu ırkçı yaklaşımı, para ile çözmeye çalışarak kendisine yabancılaşan bir tutum sergiler. Yabancılaşma, sadece iş ve üretim sürecinde yaşanmaz, aynı zamanda insan ilişkilerinde ve kişinin kendisiyle olan ilişkisinde de vardır. Film bu yabancılaşmayı, teknoloji ve hızın dayattığı baskılar üzerinden farklı sahnelerde derinlemesine işler.

Senaryodaki fiber optik kablo hattı projesi, aslında mali piyasaların bilgiye en hızlı erişenler tarafından nasıl manipüle edilebileceğini ve nasıl büyük sermayelere dönüştürülebildiğini de gözler önüne sermektedir. Fiber optik kablo hattı ile sağlanacak hızın ve teknolojik üstünlüğün toplumsal refahı artırmak için değil, bir sermaye kesiminin daha fazla kâr elde etmesi için kullanıldığı açık bir şekilde gösterilir. Her şey sermayedarlar içindir.  

Filmde yalnızca insan doğasına değil, aynı zamanda bizzat doğanın kendisine de nasıl zarar verildiği gösterilir. Projenin amacına ulaşabilmesi için doğa ile savaşılır, araziler tahrip edilir, kapitalist üretim süreçlerinin ekolojik sonuçları az da olsa filmde işlenir. Kapitalist sistemin doğal kaynakları hoyratça kullanımı, çevresel krizlerin temel sebeplerinden biridir. Film, teknolojik ilerlemenin yalnızca insanlar üzerindeki etkisini değil, aynı zamanda gezegen üzerindeki yıkıcı sonuçlarını da ortaya koyar. Teknoloji ve hız, ekolojik dengeyi bozan ve insanlığın geleceğini tehdit eden unsurlar haline gelir. 

Filmin bir sahnesinde bir topluluğunun kutsal addettikleri topraklardan bu teknolojik illetin geçmesine izin vermek istememesi, teknolojik gelişmeyi tinsel bir uğursuzluk olarak görmesi, toplumun bir kesiminin kendisini koruma güdüsü ile bir tür sekt-vari tutuma sürüklenişi de gösterilir. Doğa ile insan arasındaki ilişkinin kapitalist sistemle nasıl bozulduğu farklı yan karakterlerle filme yedirilmiştir. 

Kod Adı Hummingbird, modern kapitalist toplumlarda hızın bir baskı aygıtına dönüştürüldüğünü ve teknolojinin insanı bu hızın kölesi haline getirdiğini anlatır. Hız, teknolojik ilerleme, zaman ve insanın bunlarla olan ilişkisini derinlemesine sorgulama fırsatı sunar. Hızın ve teknolojinin hayatımızı ne kadar etki altına aldığını, kontrol ettiğini, insanın aslında zaman mefhumunu yitirdiğini gösterir. Ölümlü bir canlı türü olarak insanın sınırlı ve kısıtlı yaşam süresinin kapitalist sistem tarafından nasıl tüketildiğini, zamanın ne kadar kıymetli olduğunu sorgulamaya davet eder.


Atilla Dirim Tüm Yazıları

Otoriterizmin gölgesinde Onur Ayı

LGBTİ+’ların eşit, özgür ve onurlu yaşam talebinin ifade edildiği Onur Ayı, dünyada ve Türkiye’de otoriter yönetimlerin baskı ve şiddetinin gölgesinde kutlanıyor. Geçtiğimiz haftalarda Eskişehir’de Onur Yürüyüşü yapmak isteyen LGBTİ+’lar polis şiddetiyle engellenirken, Ankara’da baskıya rağmen üç ayrı noktada yürüyüş yapıldı. İstanbul’da Trans Onur Yürüyüşü devlet güçlerince devletin yasalarına aykırı bir şekilde engellendi. Toplu taşıma seferlerini durduran ve Beyoğlu’nu olduğu gibi ablukaya alan polis baskısına ve şiddetine rağmen şehrin çeşitli yerlerine dev trans bayrakları asıldı ve yürüyüşler yapıldı. Gözaltına alınan iki kişi, akşam saatlerinde serbest bırakıldı.

Otoriterizmin gölgesi

Kapitalizmin 2008’de girdiği ve giderek derinleşen krizi, 2015’ten sonra ABD, Rusya, Polonya, Macaristan ve başka birçok ülkede otoriter yönetimlerin iktidara gelmesine neden oldu. Türkiye’de de aynı durum yaşandı ve toplumun hak arayan kesimleri üzerinde yoğunlaşan baskılar, LGBTİ+’lar üzerinde özel bir şekilde odaklandı. Yukarıda sayılan ülkelerin yanı sıra, Almanya’da AfD başta olmak üzere çeşitli sağcı/faşist partiler, LGBTİ+’ların aile kurumuna zarar verdiği, toplumu “cinsiyetsizleştirdiği” ve bunun sonucu olarak da nüfus oranlarının düşmesine neden olduğu gibi absürt iddialarla ekonomik krizin pençesinde umutsuzluğa ve çaresizliğe kapılan işçilerin öfkesini LGBTİ+’lara yöneltmeye çalıştı. Polonya’da “LGBTİ+’lardan arındırılmış bölgeler” ilan edilirken, Rusya’da LGBTİ+ varoluşu “terörist” olmakla özdeşleştirilerek her türlü faaliyetleri yasaklandı.

Türkiye’de de otoriterleşen AKP-MHP iktidarı, LGBTİ+’ları akla gelebilecek her türlü yöntemle kriminalize etmeye çalıştı. Devletin irili ufaklı bütün yöneticileri LGBTİ+ varoluşunu “aileyi bozmaya” çalışan dış mihrakların maşası ilan ederken, LGBTİ+ faaliyetleri neredeyse tümüyle yasaklandı. Sivil toplum kuruluşu adı altında nefret örgütleri bir araya gelerek “Büyük Aile Yürüyüşü” adıyla gövde gösterisi yapmaya çalıştılarsa da toplumda bunun karşılığı çok cılız oldu. Bu yürüyüşlere nefret örgütlerinin militanlarından başka katılan olmadı. Ancak iktidar aile üzerinden LGBTİ+’lara yönelik baskısını sürdürdü; her ilde “aile çalıştayları” düzenlenerek, LGBTİ+ varoluşunu hedef haline getirecek önlemler alınacağı ilan edildi, bunun için büyük bütçeler ayrıldı. Ayrıca Yeniden Refah gibi nefret odaklarına yapılan seçim ittifakı vaadi üzerinden yapılacak anayasa değişikliğiyle LGBTİ+ derneklerini kapatma tehdidi de sürüyor.

Bütün bunlar olurken, muhalefet partileri de AKP-MHP iktidarının estirdiği LGBTİ+ karşıtı rüzgâra kapılarak temel insan haklarının çiğnenmesi karşısında sessiz kaldı. LGBTİ+’ları çok sınırlı da olsa kapsayan tek sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasına son derece cılız tepkiler verilirken, 2015 yılında LGBTİ+’ların insan hakları kapsamında haklarının korunması ve herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmalarının önüne geçilmesi için 22 maddelik bir kanun teklifi hazırlayan CHP, iktidar partilerinin baskısı altında LGBTİ+ kısaltmasını kullanmaktan bile kaçınır oldu. Keza seçimlere Yeşil Sol Parti olarak giren ve HEDEP ismini alan Kürt hareketi de yaptığı tüzük değişikliğinde LGBTİ+ kısaltmasını çıkardı ve sadece “cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim” ifadelerine yer verdi.

Sol saflarda kafa karışıklığı

Sol saflarda ise “kimlikçilik” tartışması olanca hızıyla sürüyor. Dogmatik sol, “kimlik” mücadelesini “burjuva siyaseti” olarak değerlendirerek, “kimlik siyaseti” yapan solun işçi sınıfını burjuva partilere yönelttiği gibi iddialarda bulunuyor. Bu anlayışın hedefinde Kürt hareketi, kadın hareketi ve LGBTİ+ hareketi var . 

Benzer bir kimlikçilik tartışmasına da “anti-woke” ekseninde rastlıyoruz. Başta kadınlar, LGBTİ+’lar, siyahlar olmak üzere ezilenlerin haklarını savunmanın işçi sınıfı hareketini gerilettiğini iddia eden bu yeni-sağcı düşüncenin örneklerine Türkiye’de de giderek daha fazla tesadüf ediliyor. Bu düşünce de esasen ezilenlerin hareketine nefret duyan egemen sınıf ideolojisine yaslanmakla birlikte, “solcular” tarafından yapıldığında arka planını yine tek mücadelenin emek mücadelesi olduğu dogmasından alıyor.

Ancak Marksizm değişen dünyada değişmeden kalan bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur. Marx ile Engels de kesintisiz olarak mücadeleden öğrenmiş, kendilerini sürekli olarak yenilemiş, geliştirmiş ve ortaya çıkan yeni koşullara uyumlu hale getirmeye çalışmıştı. Günümüz dünyasında LGBTİ+ mücadelesine sırt çeviren bir Marksizm, asla Marksizm olamaz. Bugün biliyoruz ki, toplumun ezilenleri kurtulmadıkça işçi sınıfının bağlarından kurtulması mümkün değildir. LGBTİ+’lara uygulanan baskı ve şiddet, işçi sınıfını bağlayan zincirin bir halkasıdır. Kürt halkına (ve ezilen diğer halklara) uygulanan baskı ve şiddet, işçi sınıfını bağlayan zincirin bir diğer halkasıdır. Her gün kadınların öldürülmesi, eşit yaşam haklarının ayaklar altında çiğnenmesi, evet, bunlar da işçi sınıfını bağlayan zincirin bir başka halkasıdır.

Zinciri kırmak

Bu zinciri kıracak olan, ezilenlerin ortak ve birleşik mücadelesidir. “Dünyanın bütün işçileri, birleşin!” şiarını gerçekleştirmenin yolu her şeyden önce işçi sınıfını bölen egemen sınıf fikirlerini, yani ırkçılığı, milliyetçiliği, cinsiyetçiliği, LGBTİ+ düşmanlığını geriletmekten geçer. Kadın-erkek, Kürt-Türk, hetero-LGBTİ+ vd. olarak bölünmüş işçi sınıfının birlik olarak esas düşman kapitalist sınıfa, ya da en küçük bir işletmedeki patrona karşı bile başarıyla mücadele etmesi mümkün değildir. Özellikle LGBTİ+ nefretinin her gün işçi sınıfının damarlarına pompalandığı bu günlerde, kazanımlar elde etmesi için LGBTİ+ hareketinin içinde ve yanında yer almak, başka bir dünya mümkün diyen devrimciler için en öncelikli görevlerin başında gelir.


Ayşe Demirbilek Tüm Yazıları

Savaşın kazananı barışın kaybedeni olmaz, peki savaşın gerekçesi?

Kalbura emanet edilen su zayi olur...

                                                  Hariri

Birkaç gün önce savaş haberi ile uyandık. Haftalardır süren gergin bekleyiş ve belirsizlik savaş ile sonuçlandı. Yine gerekçeler, haklı ve haksız olan taraf kim? Ne olur? Kim ne adım atar? Piyasalara etkisi? Bunlar konuşuluyor, yazılıp çiziliyor, uzun bir zaman devam eder bu tartışmalar. Elbette konuşulsun, fırtınalı zamanlarda birçoğu da erkekler tarafından yapılan hararetli tartışmaları dinleyelim. Fırtınaların daha önce farkında olmadığımız fazlalık ve çöpleri de kaldırıp önümüze düşürmesi gibi, böyle zamanlarda da ummadık yerlerden ummadık cümleler önümüze dökülebiliyor. Hepimiz fırtınada bahçemize, evimize, sokağımıza dökülen çöpleri temizlemek isteyeceğimizden neyi niye temizlediğimizi de bilmiş oluruz. 

‘Kışkırtılmak’ çok kıyıda kenarda olmasa da bir süredir çok göz önünde olmayan çöplerden biriydi. Bu fırtınada, havada elden ele atılan en popüler argüman oldu. Demokrasi götürmek/özgürleştirmek/ hakkını almak/sınırlarını korumak/ulusal birlik gibi çöp olduğu kesin ve net olan ‘’gerekçe’’lerin yanına üstelik yanında yer almak istediği yeri temiz göstermek için üretilen mis gibi bir gerekçe olarak masaya kondu. 

Diğerleri gibi kışkırtılma da bizim için yeni bir argüman değil. Eli kanlı katillerin en çok kullandığı argüman bu. Biz kadınlar bunu bizi döven, tecavüz eden, taciz eden, hapsedip işkenceler yapan, yükseklerden atan, parçalayıp varillerde yakmaya çalışan sevgililerimiz, babalarımız, kardeşlerimiz ve hiçbir şeyimiz olmayan erkeklerden çok iyi biliriz. Biz bu katillerin, faillerin kışkırtmalarına sığınmayanlar, bugün de yaşanan, yaşanmış olan ve yaşanacak olan hiçbir savaş için ne kışkırtılma ne de başka bahanelere sığınılmasını kabul etmeyeceğiz. Bu bahanenin bir işgali bir savaşı gerekçelendirmek adına kullanılmasına da izin vermeyeceğiz. Bugün kendi düştükleri safları temiz göstermeye çalışanlar rahat rahat değişen saflarını ört bas edebilsinler diye milyonlarca insanın canı ile geleceği ile hayatı ile ödediği barış ve özgürlük mücadelesinin bulanıklaştırılmasına da izin vermeyeceğiz. 

Bugün ikirciksiz bir şekilde ‘’Savaş’a, Rusya’nın Ukrayna müdahalesine Hayır!” diyemeyen ve biz ezilenlerin, eşit görülmeyenlerin, yoksulların geleceği ve daha iyi bir yaşamı ile ilgilisi olmayan emperyalist müdahaleleri ve savaşları gerekçelendirenlerin her türlü özgürlük ve hak mücadelemizde de karşımızdakiler için gerekçe üretmeleri önünde birkaç fırtınalık engel olduğunu görmemiz gerekir. 

Şüphesiz ki Rusya toprakları, dünyanın birçok yerindeki başka topraklar gibi tarihsel deneyimlere şahitlik etti. Tüm o topraklar bugün bize başka bir dünyanın, eşit ve özgür bir toplumun mümkün olduğunu gösteren o gerçeği yaratanların o gün üzerine bastıkları toz ve çamurdan oluşan bir zeminden başka bir şey değildir. İşçilerin, kadınların ve tüm ezilenlerin dünyanın gördüğü en baskıcı rejimlerinden birini devirip yerine sınıfsız özgür toplumu kurması o toprakların coğrafi konumuna ya da minerallerine bağlı olmadığı gibi, milyonların canı ile kanı ile ödenen bu deneyim haritalara bakılarak yapılan bir romantizme de terk edilemez. 

Bugün o topraklarda da dünyanın herhangi bir yerinde de yüzyıl önce olduğu gibi sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir toplumu kuracak olanlar, dünyayı paylaşma savaşına girenler değil, St. Petersburg meydanında kendi ülkesinin işgal ve savaş politikasına karşı çıkan yüzbinler olacak. Bugün eşit, özgür, adil ve sınıfsız bir dünya isteyen ve bunun için mücadele edenlerin safları da St.Petersburg ve dünyanın dört bir yanındaki savaş karşıtlarının yanıdır. 

Rusya’da bugün ne sosyalist ne komünist ne de özgür, adil ve eşit bir yaşam biçimi söz konusudur. Söz konusu olsaydı, bunun yayılması için yapılacak olan, işçi sınıfının sınırları aşan dayanışmasını büyütmek ve kendi eylemi için mücadele etmek olmalıydı. Yüzyıllar önce yine aynı topraklarda deneyimlendiği gibi özgürlük ve eşitlik tanklarla götürülebilen bir şey değildir. İşçi sınıfının ve yığınların kendi eylemi ile kurulmadığı ve bugün artık çürümüş ve krizlerin içinde çırpınan kapitalizmi yeryüzünden kazımadığı sürece, biz milyonlar için huzurun olduğu bir dünya ve yaşam ne yazık ki çok zor görünmektedir. 

O gün gelene kadar bugünün somut koşullarında yapılacak şey, dünyanın her yerinde bomba ve mermi seslerine, savaş çığırtkanlığına karşı milyonlarca olduğunu bildiğimiz savaş karşıtlarının sesine katılmak, bu sesi yükseltmek, güçlendirmek bu sesleri işçi sınıfının üretimden gelen gücü ile buluşturmak için mücadele etmek. 

Savaşa Hayır 

Yaşasın Ezilenlerin Birliği! Yaşasın enternasyonalist dayanışma! 

Ayşe Demirbilek

 


Şenol Karakaş Tüm Yazıları

750 sayıdır işçi sınıfının sesi: Sosyalist İşçi

Okuduğunuz bu sayı, gazetemizin 750’inci sayısı. Sosyalist İşçi, kurucusu Doğan Tarkan ve o dönemde birlikte faaliyet sürdürdüğü arkadaşlarıyla, dünya ölçekte tüm gelişmelere, sosyalizmin işçi sınıfının kendi eylemi olduğu perspektifiyle yaklaşan bir örgütlenmenin aracı olarak yayın hayatına başladı. Bu yüzden, Sosyalist İşçi için söylenecek ilk söz, gazetenin devrimci bir yayın organı olduğudur. Kapitalizmin her açıdan ve hak ettiği şekilde en sert eleştirisi gazetenin omurgasını oluşturur. 

Ezilenlerin megafonu

Uzun zamandır sol içinde ulusalcılar ve AKP sempatizanları tarafından kimlikler ve kimlikçilik bir eleştiri konusu yapılıyor. Kimlikler için mücadelenin, sınıf mücadelesi ekseninin kaybına neden olduğu söyleniyor. Ulusalcılar bunu AKP’ye muhalefet ediyormuş gibi, bir politik hat içinde öne sürerlerken AKP sempatizanları ulusalcılardan öğrendikleri bu tezleri AKP’ye yönelik muhalefeti hafifletmek için dile getiriyorlar. Ama hepsi birden, aslında muhafazakar sağın çeşitli versiyonlarını savunuyorlar. 

Oysa bilinen bir gerçektir ki küresel sağ, kimlik politikalarından, kimliklerden nefret eder. “Kimlik siyaseti demokrasiyi mahvetmiyor mu?” diye soran Francis Fukuyama kimliklerimizin tanınması için koparılan yaygaranın bir şekilde toplumu boğmakla tehdit ettiği sonucuna varıyor. Elinizdeki gazete, bu sağcı argümanlara karşı şu konuda net: “Kimlik siyaseti ırksal, toplumsal cinsiyet ve ulusal baskıya karşı direnişe yol açabilir ve sistemik baskıya karşı kitlesel hareketleri harekete geçirme kapasitesine sahiptir. Black Lives Matter protestoları, #MeToo hareketi ve Filistin ile küresel dayanışma ırk, toplumsal cinsiyet ve emperyalizm hakkında konuşma şeklimizi değiştirmiştir.” Buna Türkiye’den sayısız örnek verilebilir. Kürtlerin ulusal mücadelesi, kadınların özgürlük mücadelesi, başörtüsü mücadelesi ve Alevilerin hak mücadelesi gibi.

Gerçekten de “Kimlik siyasetinin bazı biçimleri adaletsizliğe karşı gerçekten özgürleştirici bir tepkiyi temsil eder ve eşitsizliğin kaynağı olarak kapitalizmin yapılarına işaret eder. Radikal kimlik siyasetini reddederek Marksizmin indirgemeci bir karikatürünü benimsemek, baskıya karşı mücadelelerle devrimci angajmanın zengin tarihine ve farklı mücadeleler arasında bağlar kuran sosyalist ruha ters düşer.” 

Mesele, kimlikleri için mücadele eden kitlelerin, sorunlarının kaynağında kapitalizmin yattığını görmelerine yardımcı olacak ve işçi sınıfının tüm ezilenlerin sözcüsü olması için gösterilecek ısrarlı bir faaliyetin olup olmadığındadır. Sosyalist İşçi, işçi sınıfını tek başına tek bir millete, dine, cinsel yönelime sahip bir erkekler sınıfı olarak kavrayan ve işçi sınıfının tüm şekillenmesinde belirleyici olan politik-ekonomik-ideolojik-kültürel-cinsel-coğrafik bölünmeler yokmuş gibi davranan sol gazetelerden bütünüyle farklıdır. Tüm ezilenlerin sesi, soluğu olmaya çalışmış ve tüm direnenlere sayfalarını açmıştır.

Bu konuda Lenin’in şu yaklaşımına kopmaz bağlarla bağlıdır: “Sosyalistin ideali bir sendika sekreteri gibi olmak değil, nerede ortaya çıkarsa çıksın, hangi halk katmanını veya sınıfını etkileyecek olursa olsun zorbalığın ve baskının her ifadesine tepki gösterebilen, bütün bu ifadeleri genelleştirip polis şiddetinin ve kapitalist sömürünün tek bir tablosunu çizebilen, sosyalist inançlarını ve demokratik taleplerini herkesin önüne koyabilmek için ve işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinin dünya tarihindeki önemini herkese açıklayabilmek için ne kadar küçük de olsa her olaydan yararlanabilen halk önderi olmak olmalıdır.”

Sosyalist İşçi, bu yüzden işçi sınıfının içinde Kürt düşmanlığına, kadınlara yönelik ayrımcılığa, antisemitizme, LGBTİ+’lara yönelik baskılara, savaşlara, milliyetçi fikirlere ve egemen sınıfın her türlü aracı kullanarak inşa ettiği baskı biçimlerine karşı bu baskılara maruz kalanların yanında tutum alarak mücadele edenlerin aracıdır.

Kimlik mücadelelerini “ortalama bilinç” gibi süslü kelimelerle aşağılayanların, dolayısıyla işçi sınıfı içinde egemen fikirlerin cirit atmasına sessiz kalanların hiçbir zaman anlayamayacağı şudur: Bir seks işçisi öldürüldüğünde, bir LGBTİ+ bıçaklandığında, bir Kürt çocuk asker cipiyle ezildiğinde, bir Ermeni sosyalist editörü olduğu gazetenin binasının önünde katledildiğinde, bir HDP milletvekili hapse atıldığında, bir kadın cinayeti işlendiğinde, bir özgürlük yasaklandığında tüm bu baskı biçimlerine karşı sosyalist bir dinamikle yanıt vermeyen bir işçi daha genel bir mücadeleye katılmaya kazanılamaz. Bu işçilerin aşağıdan patlaması ya da olası kendiliğinden mücadelesinin ise egemen sınıf tarafından bölünmesi an meselesi haline gelir.

Bu, “kimlik değil sınıf sınıf” diye bağıranların aşırı sağın değirmenine nasıl su taşıdığını da anlamamıza yardımcı olur. Bu yüzden, Sosyalist İşçi 750 sayıdır tüm ezilenlerin sesidir, soluğudur, megafonudur!

Ermeniler, Filistinliler ve işçiler

Sosyalist İşçi, bir başka kimliğin, 1915’te soykırıma maruz kalan Ermenilerin haklarını ve cumhuriyet tarihiyle yüzleşmenin 1915’le hesaplaşmaktan geçtiğini daima yayın politikasının merkezi olarak görmüştür. Milli kimliğinden sıyrılamayan bir işçi sınıfı, egemen sınıfın sömürü mekanizmalarıyla hesaplaşmasını tamamlayamaz. Sosyalist İşçi bu yüzden milli çıkarları değil, ezilenlerin uluslararası dayanışmasını ve işçi sınıfının tüm dünyada tam çaplı bir birleşik mücadelesini savunur.

7 Ekim 2023’te, Aksa Tufanı’nın hemen ertesinde Sosyalist İşçi’yi uzun yıllardır yayınlayan kadrolar, çeşitli sol saflarda Hamas eleştirileri ortalığı kaplamışken şu açıklamayı yapabildik: “Bazen rüzgar ekenler fırtına biçiyorlar. Filistin direniş güçlerinin eylemlerinin nedeni de bu eylemlerde sivillerin ölmesinin nedeni de direniş güçleri içinde yer alan Hamas diye bir örgütün varlık nedeni de İsrail’in uyguladığı ve Filistin halkını imha eden terör politikalarıdır. İsrail 1948'den bu yana etnik temizlik, sürgün ve cinayet yoluyla apartheid politikaları uyguladı ve emperyalizmin bölgedeki uç karakolu gibi çalıştı.”

Bu netlik, işçi sınıfının 1800’lü yılların başından beri süzülüp gelen aşağıdan sosyalizm geleneğine yaslanmamızdan ve Doğan Tarkan, Roni Margulies, Nurdan Düvenci gibi Sosyalist İşçi yazarlarının bıraktığı mirasın gücünden kaynaklanıyor. Bu yüzden ve Gazze halkının yanında Sosyalist İşçi gibi net bir şekilde yer alanların sayesinde bir ve aynı ideolojik saiklerle olmasa da bugün Türkiye’de işçi sınıfının Gazze için mücadele eden ezici çoğunluğu Siyonist propagandaya da antisemitizme de hiçbir şekilde prim vermiyor. “Nehirden denize özgür Filistin” sloganının daha geniş işçi kesimleri arasında yaygınlaşması için Sosyalist İşçi, hem tüm ezilenlerin hem de Filistin halkının megafonu olmayı sürdürecek.

Şenol Karakaş


Çağla Oflas Tüm Yazıları

Onların kârları bizim ölülerimiz

Maraş merkezli depremde on binlerce insanın ölümü karşısında, ülkeyi yönetenlerin vurdumduymazlığı ile meydana gelen vahim tablo karşısında büyük bir öfkeye kapıldık.  Oysa kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu iş yaşamında güvenlik tedbirlerinin alınmaması sonucunda da binlerce insan yaşamını kaybetmekte. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (İLO) göre dünyada 2 milyondan fazla insan çalışırken ölüyor.  Her gün 6 binden fazla insan patronların kar hırsı uğruna ölüyor. Türkiye, yılda 77 bin iş kazası ile Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada bulunuyor. İSİG raporlarına göre; 2023 yılının ilk 4 ayında 585 kişi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. AKP’nin iktidarda olduğu 2002 yılından bugüne iş cinayetlerinde yaşamını kaybeden işçilerin sayısı 31 bin 131’e ulaştı. Rapora göre bu rakam sadece basına yansıyabilenler. Çünkü son yıllarda artan baskılarla birlikte iş cinayetlerinin basına yansımasında da düşüş var.

İktidara sırtını dayamanın cüretkarlığı

Amasra katliamıyla ilgili Nisan ayında yapılan duruşmasında sanık İşletme Müdürü Selçuk Ekmekçi’nin avukatlığını yapan Avukat Çağla Dursun, kendisine tepki gösteren ailelere, “başınıza gelenleri hak etmişsiniz” sözlerini sarf etmişti ve bu sözler hafızalarımızda hala tazeliğini koruyor.  Dursun, 43 maden işçisinin hayatını kaybettiği bir faciadan sonra yakınlarını kaybeden ailelere çemkirme cüretini gösterebilmişti. Gazete Duvar tarafından yayınlanan haberde Dursun’un bu cüreti nereden bulduğuna ilişkin soruları da yanıtlayan, Yargıtay’dan başlayan devletin en üst kademelerine uzanan ilişkileri de kamuoyuyla paylaşılmıştı. Amasra dışında da, Soma’da, Ermenek’te, Ostim’de, Davutpaşa’da ve pek çok iş yerinde işçiler, görmezden gelinen işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Yaşanan insani kayıplarla ilgili yıllarca süren davada, göstermelik cezalar verildi, tazminatlar kuşa çevrildi. Tüm bu katliamlarda hem yapılan düzenlemeler hem de tedbirlerin alınmıyor olması açısından sorumluluğu olan AKP-MHP iktidarından tek bir kişi bile ceza almadı, istifa etmedi. O nedenle de onlarca işçi yaşamını kaybetmeye devam ediyor. 

Çocuklara ayrıcalık yok

İşçi sınıfı krizin faturasını sadece yoksullaşarak ödemiyor.  Kapitalistler arası rekabette avantaj sağlayan en fazla, en az maliyetle ve en kısa zaman içinde üretim koşulları da işçi sınıfının  yaşam hakkını gasp etmekte.  Çocuklar açısından ayrıcalıklı bir durum söz konusu değil. Çocuk işçi sayısı bir milyonu aşmış durumda. Herhangi bir ücret pazarlığı koşulları olmayan, patronların istediği gibi,  istediği koşullarda çalışan çocuk işçi kitlesi artan fakirleşmeyle birlikte  istihdamda giderek daha fazla yer alıyor.

Türkiye’de çocuk işçilik 4 ila 8 yaş aralığında başlıyor. 8 yaşından itibaren mevsimlik tarım işçisi ve sokakta çalışırken işçi sayısında ciddi bir artış yaşanıyor. 10-12 yaşlarda tekstil ve metalde çalışan çocuklar, 13-14 yaşlarından itibaren tarım, inşaat, sanayi ve hizmetlerde çalışan sayıları yüzbinlere ulaşıyor; 15-17 yaş grubunda ise tarım başta olmak üzere konaklama, ticaret, inşaat, metal, tekstil ve gıda gibi işkollarında çalışan milyonu aşkın çocuk işçi var. İSİG raporlarında son 10 yılda 611 çocuk iş cinayetleri sonucu yaşamını kaybetti, deniyor. Rapora göre, SGK her yıl 11 çocuk işçinin öldüğünü açıklarken, her yıl 50 çocuk işçinin ölümü gizlenmekte. Suriyeli on binlerce çocuk da tarım ve sanayide çalışıyor. Göçmen çocuk işçilerin tüm çocuk işçi ölümlerindeki oranı yüzde 10-12 aralığında. 

İş cinayetleri sınıfsaldır. Ve yanıtı da sınıfsal olmalıdır. Kapitalizmin işçi sınıfına dayattığı gayri insani çalışma koşulları meslek hastalıklarına ve ölümlere yol açmakta. Kapitalizmin işçi sınıfının başına açacağı belâların sonu olmadığı gibi, ona reva gördüğü berbat çalışma ve yaşam koşullarının da sonu yok. İşçi sınıfı, kendi can güvenliğinin yanı sıra çocuklarının geleceği ve güvenliğini de ancak ve ancak örgütlenerek koruyabilir. Her gün ve her an en temel haklarımızı gasp eden kapitalizme karşı birleşmek ayakta kalmamızın da tek yoludur. 


Can Irmak Özinanır Tüm Yazıları

Hayvan hakları sınıf mücadelesinin neresinde?

Sokakta yaşayan hayvanların katledilmesini öngören yasa tasarısının meclisin gündemine geleceğinin duyulması üzerine, yasayı durdurmak için pek çok şehirde sokağa çıkan yeni bir hareket doğdu. Öncelikle şunu söylemek lazım, hayvanların hakları için mücadele eden binlerce aktivist daha önce de vardı. Sokakta yaşayan kedi ve köpekleri besleyen, yaralandıklarında peşlerine düşüp tedavi ettiren, barınaklara gidip durumu yerinde tespit eden, vegan beslenmeyi yaygınlaştırmayı savunan onlarca grup ve oluşum vardı. AKP’nin sokakta yaşayan hayvanları öldürmek istediği bir süredir bilinen bir şeydi, gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan gerekse başka AKP’liler “başıboş sokak köpeği terörü” gibi sözlerle bu nefreti pompalıyor, gazeteleri, televizyonları ve sosyal medya trolleriyle AKP medyası ise bu propaganda üzerinden yaygın bir kampanya yürütüyordu. 

Yasa henüz gündeme gelmeden önce kurulan Hayvan Yaşam Özgürlük İnisiyatifi (HYÖ), bu meselenin politik olarak ele alınması gerektiğini ve ancak politik bir mücadelenin bu meseleyi yerli yerinde bir hatta oturtabileceğini savunarak kuruldu. HYÖ’nün temel çıkış noktası, sokakta yaşayan hayvanlara dönük nefret söylemiyle işçi sınıfına ve ezilenlere yönelen şiddetin aynı temelden beslendiği ve solun genel olarak hayvan hakları mücadelesiyle bağ kurmasının gerekliliğiydi. O güne kadar çeşitli girişimler olsa da sağcı, milliyetçi argümanların hâkim olduğu bir alana sıkışan hayvan hakları mücadelesine dönük bu politik müdahale (benzer hatta sahip başka oluşumların da desteğiyle) yasa gündeme geldiği andan itibaren kitleselleşmeye başladı, daha önceden hayvan hakları gündeminin uzağında duran solun önemli bir kısmıysa bu hareketle birlikte konuyla ilgilenmeye başladı. 

Peki, hayvan hakları neden solun ve işçi sınıfının gündemi olmalı? 

Yasaya karşı mücadele

Katliam yasasına karşı mücadele sınıf mücadelesinin gündemlerinden biridir çünkü geçirilen yasa tam da bugün işçi sınıfının örgütlü gücünü her alanda kırmaya çalışan neoliberal otoriterliğin bir görüngüsüdür. Burada AKP-MHP blokunun, basitçe işçi sınıfı mücadelesinin gündemini değiştirmek için bu yasayı öne sürdüğünü iddia etmiyorum. Mesele bundan daha katmanlı. 

Meltem Oral ve Foti Benlisoy’un “Yaygın yanılgılar, cinai ayrımlar ve sadist popülizm” yazısında da belirtildiği gibi sokakta yaşayan hayvanlarla insanların ilişkisinin gündeme gelişi ile kapitalizmin gelişimi arasında ciddi bir bağlantı var: 

“Aslında bu ayrımın ancak 19. yüzyılda genelleştiği, sokak köpeklerinin tehlikeli, saldırgan ve hastalıklı olarak damgalanmasının burjuvazinin kendi suretinde kentsel mekânlar yaratma arayışının neticesi olduğu söylenebilir.”

Bugün de sokakta yaşayan hayvanlara yönelik nefret kampanyasının belli bir “soylulaştırma” çabasının ürünü olduğu ortada.  Yoksulların kent merkezlerinden sürülmesiyle, transların, köpeklerin dolayısıyla kârlı değil de “tehlikeli” olarak kodlanan tüm kesimlerin kent merkezlerinden sürülmesi arasında bir ilişki var. Dolayısıyla nasıl ki kent hakkı sınıf mücadelesinin bir parçası sayılmalıysa bugün kentleri soylulaştırmaya çalışan katliam yasası da sınıf mücadelesinin bir parçası. 

Belki daha önemli bir nokta ise AKP-MHP iktidar blokunun ürettiği moral panik havası. Jamaikalı-İngiltereli Marksist Stuart Hall ve meslektaşlarının 1979 yılında ürettiği “moral panik” kavramı, otoriterleşen egemen sınıfların bir tür panik havası yaratarak toplumu otoriterizmin hegemonyası altında nasıl toplamaya çalıştığına işaret eder. Bu meseleyi AKP’nin en iyi bildiği alanlardan birine çekmesi anlamına gelir: Kültür savaşları. 

Bugün ailenin elden gittiği yaygarasıyla kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelen şiddet, köpeklerin “kuduz olduğu” veya “çocukları öldürdüğü” gerekçesiyle meclisten apar topar geçirilen yasa, hayvan cinayetlerine cevaz verilmesi günümüz otoriterliğini pekiştirerek bir disiplin toplumu yaratmaya çalışmanın önemli parçalarıdır. 

İktidar blokunun otoriterliğine son vermek isteyenler kadınların ve LGBTİ+’ların mücadelesine de, katliam yasasına karşı mücadeleye de omuz vermelidir. 

Hareket edenler öğrenirler 

Marx’tan Rosa Luxemburg’a uzanan bir skalada Marksistlerin hayvanların sömürüsü üzerine yazdıkları bulunsa da dünya çapında Marksistlerin hayvan hakları alanında pek de aktif oldukları tarihsel olarak söylenemez. Ancak Marksist yöntemin en temel sacayaklarından biri hareketten öğrenmektir. Bugün katliam yasasına karşı mücadeleden hepimizin öğrenebileceği bir şeyler var. Bunlardan birisi sadece sokaklarda yaşayan hayvanlarla dayanışmanın değil, genel olarak bir hayvan özgürleşmesi perspektifinin de Marksistlerin genel mücadelesinin bir parçası olmasının gerekliliğidir. 

Bu basitçe ahlaki bir öğretiden, vicdandan vb. ortaya çıkan bir gereklilik değil. İşçi sınıfının kendisinin tüm sömürüyü ortadan kaldıracak sınıf olma iddiasına sahip çıkmanın, dolayısıyla Antonio Gramsci’nin deyişiyle “etik-politik” bir moment örgütlemenin parçasıdır. Genel olarak hayvan sömürüsü doğrudan işçi sınıfının sömürüsünün bir sonucu değildir ancak kapitalizmin ekolojik sömürüsünün önemli bir parçası da hayvanların çeşitli amaçlar doğrultusunda sömürülmesidir. 

Bu konuda teorik ve politik olarak çok daha fazla tartışmaya ihtiyaç olduğu ortada. Bu tartışmaya başlamak için fazla geç kalmamak, eşit ve özgür bir dünyaya, komünist topluma ulaşmak açısından çok önemli diye düşünüyorum. 


Deniz Güngören Tüm Yazıları

Yan yana, omuz omuza, kol kola ve iç içe

Bir tartışma alanının oluşmasının hepimizi ilerleteceği konusunda Can Irmak Özinanır’a katılıyorum. Bu yazının amacı da elbette bu tartışmayı ilerletmek, yanlış yorumlandığını düşündüğüm şeyleri teker teker düzeltmek değil. Fakat yanıtında kimi zaman benim yazımla değil de uzaklardaki bir sekter gelenekle tartıştığı izlenimine kapıldığımı söylemeliyim. Tabii yazının okumasını yanlış yaptığını iddia etmek oldukça kibirli olacağı için sorunu benim yazımın kusurlarında bulmayı seçeceğim. Dolayısıyla, söylemediğim halde benim iddialarım olarak yansıtılan şeylerin karşısına gerçekten düşündüklerimi daha net bir şekilde koyarak ilerleme ihtiyacı hissediyorum.

Tavuk ve yumurta

Öncelikle Irmak’ın bana Lenin’in 2. Enternasyonal’in çizgisinden kopuş sürecini hatırlatma gereği duymasından, Irmak ve Atilla’nın bu tarihe atıfta bulunarak mekanik sol dedikleri, bugüne ait bir eğilim ile, üzerinden bir dünya savaşı, bir devrim, bir de faşizm geçmiş bir gelenek arasında kesintisiz bir teorik çizgi olduğunun söylendiğini anlıyorum. 

Her şeyden önce Lenin’in teorik olarak kopuşu, Irmak’ın da doğru bir şekilde belirttiği gibi teorinin değil politikanın öncelediği bir olay, yani önce teorideki birtakım yanlışları saptamasından kaynaklanmıyor. Dolayısıyla, nasıl Sosyal Demokratların devrimi boğan bir rol üstlenmesinin teorilerindeki eksikliklerden kaynaklandığını söylemek abes olacaksa, bugün soldaki kimi eğilimlerin kaynağını teoride aramak da bizi aydınlatmayacak. Bununla beraber Türkiye’deki ekseri sol eğilime illa bir çatı isim bulmak zorundaysak, sol oportünizm en fazla grubu kapsayan tanım olacaktır bence. Oportünizm de teoriyi eylemine uydurmasıyla ünlüdür zaten.

Kendiliğindencilik meselesine dair de bir şeyi netleştirmek lazım. Atilla ve Irmak’ın bugünün koşullarını anlamlandırmak için kullanışlı olduğunu öne sürdükleri, 20. Yüzyıl başındaki Marksistlerin arasındaki kendiliğindencilik tartışması toplumsal hareketlerle ilgili değildi. Alman Sosyal Demokratları, işçilerin kendi kendine eyleme geçeceğini düşünmek bir yana dursun sınıfı dev bir parti haline getirmeye çalışıyorlardı. Burada kendiliğinden olup olmayacağı etrafında tartışılan şey devrimdi. Sırf bu bile bu paralelliğin oldukça zorlama olduğunu gösteriyor bence.

Yani kısacası, bugünün soluyla tartışmamızı Lenin’in savaşı destekleyen 2. Enternasyonal çizgisinden kopuşuna benzetmek iyi bir benzetme değil.

Bu benzetmenin her şeye rağmen kullanışlı olabileceği yerler var, örneğin Amerika’daki DSA ve Demokrat Parti ilişkisi bu tarihin dersleri üzerinden incelenmeye değer bir olgu. Fakat bu örnekte bile tarihin aynen tekerrür ettiği anlamına gelebilecek kestirme yorumlardan kaçınmak önemli. Türkiye’de ise şu anki durumda buna benzetilebilecek bir durum ben göremiyorum. Kautsky’ciliğin izlerini bulabileceğimiz popülist sol retorik var elbette ama bunlarla tarihin en büyük işçi sınıfı partisi arasında fikir benzerliği üzerinden karşılaştırma yapmak doğru olmayacaktır.

Kaldı ki Atilla’nın yazdığı ve Irmak’ın savunduğu yazıda, şu an büyüyen sol partilerin heyecanlandırdığı mücadeleci kuşakları kazanabilmek için bu genç aktivistlerin ortalama fikirlerine çok keskin çıkışlar yapmama yönünde bir tedbir seziyorum. Bunun da -illa benzeteceksek bile, 2. Enternasyonal örneğinde Lenin’in tarafına düşeceğini söylemek çok zor. 

Mekanik solun Stalinizm’den kaynaklandığı gibi bir iddia ise benim yazımda yer almamakta. Bugün solda Arap devrimlerini veya kimlik hareketlerini küçümseyen tutumu, mekanistik bakmalarıyla değil politik ve ideolojik bagajlarıyla açıklamanın daha doğru olacağı yönünde bir argüman var sadece.

Kesişimsellik

Kesişimselliğin önemli bir birikim sunduğu olgusu ise yazıda yer alıyor zaten. Bu yüzden bunun bana tekrarlanma ihtiyacının nereden kaynaklandığını anlayamadım.

Kesişimsellik, tarihsel olarak sosyalist feminist hareket içinde, işçi ve kadın olmasının haricinde ırkçılıkla da uğraşan kadınların dezavantajlarının görünmez olmasının önüne geçmek için ortaya atılmış bir kavram. Fakat bugün kesişimsellik, kapitalizmin ürettiği ezilme ilişkilerinin kökenine dair yaptığı tahlil bakımından marksizme rakip bir çizgiyi temsil ediyor.

Ezilenlerin deneyimini daha iyi anlamamızı sağlayan her gerece değer veririz elbette. Fakat kesişimselliğe böyle nötr bir kavramsal gereç olarak yaklaşmak doğru olmaz. Tüm ezilme ilişkilerinin temelinde ekonomik sömürünün yattığı analizini, işçilerin ezilişinin diğer ezilme biçimlerinden üstün olduğu anlamına geleceği sebebiyle reddeden bir çerçevedir bu sonuçta. Ve seçtiğimiz çerçevenin her zaman siyasi sonuçları vardır.

Ben Marksizm ve kesişimsellik arasında bir duvardan ziyade ciddi bir açı farkı olduğunu düşünüyorum. Yani ortak bir noktadan başlayıp ve farklı yerlere giden iki çizgidir bunlar. Kesişimsellik marksizmden pek çok kavram ödünç aldığı gibi, marksistler de kesişimsellikten pekâlâ bir sürü şey öğrenebilirler. Fakat ikisi, nihayetinde çok farklı iki politik projenin ürünleri olarak görülmeli.   

Kesişimselliğe dair hiçbir tartışma yürütmemek gerektiği anlamına gelebilecek herhangi bir ifadenin ise bir kere daha yazıda yer almadığını vurgulamalıyım. Bilakis, Atilla’nın tek bir kelimeyle bahsettiği kesişimselliği tartışmanın parçası haline getiren benim zaten.

Marx’ın yöntemi

Irmak Marx’ın yönteminin tane tane bir özetini vermiş. Fakat bu bağlamda Marx’ın yönteminin temelinin “herşeyin acımasız eleştirisine” dayandığına yapılan vurguyu -Benjamin’in “geleneği konformizmin elinden kurtarmaya” dair söylediklerinin yazının en tepesine konulmasıyla birlikte okuyunca- Irmak’ın benim yazımda eleştirilemez birtakım kutsalların ifade edildiğini ima ettiği sonucuna varıyorum. Oysa böyle bir şey yazıda yer almıyor.

Devam etmeden burada bir ufak vurgu daha yapmayı önemli buluyorum: yanlış bilmiyorsam konformizm kavramı konfordan (comfort) ziyade uyum sağlamak, boyun eğmek anlamına gelen “conform” kelimesiyle daha yakın bir akrabalık ilişkisine sahiptir. Amacım dipsiz bir etimoloji tartışmasına hepimizi birden sürüklemek değil, kavramlarla ilgili fikir birliği içinde olduğumuzdan emin bir şekilde ilerlemek elbette. Zira Benjamin’in de konformizm derken rahata alışmaktan ziyade baskın eğilime yenik düşmeye daha yakın bir şey kast ettiği görüşündeyim. Uyarı, bir konfor alanında alıştığımız şeyleri yapmaya değil, burjuva toplumunun mantığı içinde kaybolup egemen sınıfların aleti haline gelme tehlikesine dair bir uyarı sonuç olarak. Yani tersine çevirirsek, ne pahasına olursa olsun hareketlerin enerjisinden beslenmeyi bir taktik olarak benimsemek örneğin bir tür konformizm olarak tabir edilebilir.

Genç Marx’ın “her şeyin acımasız eleştirisi” cümlesi de pek çok zaman bağlamından koparılıp sloganlaştırılan bir cümle. Elbette Marx’ın her şeyin sırrını bulduğu, bizlere ise yalnızca bunu uygulamanın kaldığını savunan “mekanik solculara” her daim hatırlatılması gereken bir söz. Fakat öte yandan, Marx’ın esas projesinin dogmayla savaşmak olduğu anlamına gelebilecek vurgular da oldukça kaba bir indirgeme yapma riskini taşıyor. 

Sonuç olarak “herşeyin acımasız eleştirisine” yapılan vurgunun, bizi, teoriyi her gün tekrar eleştirip tekrar kendimize ıspatlamamız gerektiği sonucuna götürmemesi gerektir. Yani teorinin koşulları açıklamakta başarısız olduğu durumlarda gerekirse teoriyi didik didik etmekten çekinmeyeceğiz elbette. Fakat bu başarısızlığın faturasını teoriye kesmeden önce çuvaldızı epey kez kendimize batırmamız gerekir diye düşünüyorum.

Bir kere daha: “İçerisi, dışarısı, aşağısı, yukarısı”

Fakat tüm bunların yanında benim ifadelerim olarak bir yerde asılı kalmasına en fazla itirazım olan şey, devrimcilerin hareketlerle ilişki kurmaması gerektiğini söylediğim iddiası. Açıkçası bunun abesle iştigal olacağına tümüyle katıldığımı söylemek zorunda kalacağım bir duruma düşmeyi beklemiyordum. 

Buradaki sorunun ne olduğuysa benim için oldukça açık. Öznesi olmak, içinde yer almak ve ilişki kurmak gibi şeyler eş anlamlı kullanıldığı için bu kavram karmaşasını yaşıyoruz. 

Her şeyden önce ezilen kimliklerin eşitlik ve özgürlük mücadelesinin öznesi olmak -devrimci veya na-devrimci, bir kişinin öylece seçebileceği bir şey değil. Bu yüzden ilişki kurmayı doğrudan “öznesi olmak” olarak değerlendirmenin bizim karar verebileceğimiz bir şey olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla bunları ayrı şeyler olarak ele almak gerekiyor bence.

Burada yapıyor olduğumuz tartışma aslında teker teker devrimcilerin değil, partinin hareketlerin neresinde durduğu tartışması, en azından benim yapmaya çalıştığım bu. Burada da merceği aşırı genişletmek pahasına parti ve sınıf arasındaki ilişkiyi nasıl tarif ettiğimize geri dönmek tek sağlıklı yol olarak görünüyor bana. 

Devrimci parti, işçi sınıfının öz yönetim organları ile kendisi arasında yaptığı ayrımı sürekli kontrol etmek zorundadır; yani kendisini işçi hareketinin yerine ikame edemez. Ezilenlerin eşitlik mücadelesi içinde omuz omuza mücadele verirken de hareketin taleplerini kendi taleplerimiz olarak görmek ile hareketin doğal unsuru olmak arasında fark olduğunu unutmamanın aynı ölçüde önemli olduğunu düşünüyorum. İlişki kurmak, öznesi olmak, parçası olmak, içinde yer almak veya omuz omuza yürümek gibi şeyler arasında ayrım yapmamaya karar vermek, bu tedbirden uzaklaşma riskini de beraberinde getiriyor.

Hareketler ve mücadele: “Sütliman” 

Elbette kimi teorik meseleleri açıklığa kavuşturmamız önemli olmakla beraber, konumuz bugün nerede durduğumuz ve ne yapacağımızla ilgili. 

Burada “sütliman” derken, hatta “mücadele” ve “hareket” derken nelerden bahsettiğimizi netleştirmeye ihtiyacımız varmış gibi hissediyorum. Çünkü Irmak, ortalığın sütliman olduğuna karşı çıkar çıkmaz bir sonraki cümlede mücadele düzeyinin düşük olduğunu kendisi de söylüyor. Benim ortalık “sütliman” derken söylediğim bundan ibaret: mücadele düzeyi şu anda düşük, yüksek değil. Statlarda hükümet karşıtı sloganlar atılması belli bir öfkenin olduğunu gösterir ama ortada bir mücadele dalgası olduğunu göstermez. 

Şu anda kendine futbol maçı gibi çeşitli yerlerde ifade bulan bu öfke ise ne yazık ki büyük ölçüde seçimlere endeksli bir öfke, bu endekslenmede ise şu anda kitleselleşmeye çalışan sol siyasetin büyük etkisi var, benim temel eleştirim bu. Bu yüzden de bu siyasetlerle aramızdaki farkı sıkı bir denetime tabi tutmaktan vazgeçmemenin sekterlik olduğunu düşünmüyorum. Konformizm olduğunu ise hiç düşünmüyorum. Bunların hareketlendirdiği akıntıda yüzmek bizim içinde olduğumuzu düşündüğüm durumdan çok daha “konforlu” olurdu bence. 

Seçime endeksli demek bu öfkenin içinde ekonomik çöküşle ve depremle keskinleşen bir sınıf öfkesi olmadığı anlamına gelmiyor tabii. Bu öfkenin kendine sınıfsal bir kanal bulup seçim hesaplarını aşan bir ufukla hareket etmeye başlamasından ürken siyasi aktörlerin egemen olduğu bir dönemden geçtiğimizi ve ortaya çıkan bir öfke ifadesini potansiyel bir toplumsal hareket olarak yorumlamadan önce bu bağlamı ıskalamadığımızdan emin olmamız gerektiğini söylemeye çalışıyorum sadece. Hegemonya tartışacaksak da buradan başlamak gerekir bence.

Futbola değinmişken, Amedspor’a yönelik linç girişimine Türkiye’nin en büyük hareketi olan Kürt hareketinin sokaktan cevap veremez olduğu gerçeğine değinmeden, maçta slogan atılmasını ortalığın taştığı şeklinde yorumlamak ise Irmak, Atilla ve benim hiç şüphesiz paylaştığımız, bir değişim dalgası görme arzusunun tahlilde aceleciliğe itiyor oluşunun sonucu gibi geliyor bana. Burada seçim sonuçlarına göre durulacak öfke ile durulmayacak öfke arasında bir ayrım yapmanın faydalı olabileceği görüşündeyim. Zira “AKP İstifa” sloganı, göçmenler veya çözüm süreci konusunda taban tabana zıt kutuplara düşeceğimiz kimi siyasi çizginin de rahatlıkla sahiplenebileceği bir slogan. Biz ise bu eğilimlerin AKP karşıtlığı etrafında birbirine karışmasını değil ayrışmasını savunduk bugüne kadar.  

Aynı şekilde tarihin en büyük deprem felaketinde, tek tük eylemler dışında bir sokak hareketliliği, hatta bir miting dahi olamamasını azımsamak da hata olacaktır.

Bize, gözümüze görünmeyen hareket nasıl olabilir onu ise içtenlikle anlamıyorum ben. Hareket göze, kulağa, kola, bacağa değdiğinde harekettir, bundan önce hareketlerin potansiyeli üzerine akıl yürütmekten ötesine geçebileceğimizi ben düşünmem. 

Kayığı şimdiden inşa etmenin gerekliliği konusunda ise bir fikir ayrılığımız yok. Fakat Atilla ve Irmak’ın fırtına çağrısında seçimlerden sonra demokrasinin coşacağı ve hayatın normalleşeceği yönündeki hâkim duyguya eleştirel bakmayı ihmal eden bir tutum var bence. Bu tutum da fırtınanın çoktan içine girmişiz gibi bir resim çizmelerine ve bunun sonucunda partinin tarihsel rolüne yapılan vurguları yük olarak görmelerine sebep oluyor diye düşünüyorum.  

Nerede, kiminle, nasıl?

Partiyi nerede inşa edeceğimiz meselesine gelirsek; devrimci parti her yerde, işyerinde, sokakta, markette, statta ve eğer içindeysek bulunduğumuz kimlik örgütünde inşa edilir elbette. 

Ancak parti teorisinin, güncel koşullara uygulanabilirliğini ispatlayabildiğimiz zaman işe yarar bir şey olduğu gerçeği ile “devrimci parti biz ne olmasını istiyorsak odur” demek arasında bir fark var. Irmak ve Atilla’nın bugünkü görevlerimizi tarif ederken kurduğu çerçeve ise kimi zaman bu ayrımı yapmayı ihmal ediyor diye düşünüyorum. Oysa yapacağımız tartışma tam da bugünkü tarihsel koşullarda bu farkı nasıl hep beraber eylemimizle ortaya koyacağımız tartışması olmalı bence. 

Bu noktada, Türkiye’de tümüyle sağ bir zeminde ve işçi sınıfının hiçbir talebinin öne çıkma şansı bulamadığı bir ortamda gerçekleşecek bir iktidar değişikliğinin tek başına yaratacağı değişimi farklı öngörüyoruz diye düşünüyorum. Yılların baskı birikiminin altından bir çırpıda özgürlük çığlığı çıkmayabilir. Tam da bu sebeple bizim işçi sınıfının merkeziliği, göçmenler, ve Kürt sorununda özel bir pozisyonumuz olduğunu unutmamamız gerekiyor. Unutmamak için ise bu pozisyonumuzu soldaki baskın eğilimle daha barışçıl bir hale getirmenin tam aksine, sağın palazlanmış olduğu günümüzde bir kere daha nasıl ön plana çıkaracağımızın planlarını şimdiden yapmak elzem. 

Kim bağırıyorsa biz de orada olacağız elbette. Ama parlayan hareketlerin enerjisinden sebeplenmeyi ön plana koyup işçi sınıfı bu koşulda nerede duruyor diye düşünmeyi ertelemek, her şeyden önce kazanmanın önünde bir engel teşkil eder. Bizim bu noktada işçi sınıfının merkezi rolüne işaret eden bir perspektifi nasıl hegemonik kılacağımız sorusunu Atilla ve Irmak’ın çizdiği çerçevede gördüğümden çok daha fazla ciddiye almamız gerektiğini düşünüyorum. Zira hareketlerin içindeki insanların kaçınılmaz olarak işçi olduğu gerçeğini vurgulamak bana bu anlamda yeterli gelmiyor. Ayrıca bu ısrarda sol içinde bir kere daha oldukça yalnız kalma ihtimalimiz de oldukça yüksek bence. Bu yüzden de bu sorunun, potansiyel hareketlere dair bir telaşın gölgesinde kalmaması gerektiğini devamlı birbirimize hatırlatmamız gerekiyor diye düşünüyorum.  

Belki hepsinden önemlisi, savaş, salgın, ekonomik kriz, iklim değişikliği gibi pek çok şeyin küresel bir analizi erteleyerek siyaset yapmayı her zamankinden daha zor kıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde kitleler, özellikle sağın bu derece baskın olduğu ülkelerde, küresel antikapitalist bir perspektifi fazla keskin ve yarına hizmet etmeyen bir perspektif olarak görebilirler. Biz ne pahasına olursa olsun esas hedefimizin kapitalizmi yıkmak olması gerektiğini anlatmaktan vazgeçmemek ve bu perspektifi nasıl yaygınlaştırırız diye düşünmek, bunun eylemini kurgulamak zorundayız. Anlattıklarımız birlikte yürüdüğümüz insanlarda hemen yankı bulmayınca fikirlerimizi daha kolay sindirilir hale getirmek ise bizi güçlendirmez. 

Devrimci parti denilen şey, bu fikirlerin yaşayan öznesi ve cismi olabildiği ölçüde bu ismi hak edebilir. Burada etiyle buduyla harekete benzeyen bir şeyin henüz olmadığını söylemek ise umudumuzu kıracak bir şey olarak görülmemeli. Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da yönetenleri titreten işçilere bakmalı ve onların mücadelesiyle buradaki potansiyel hareketler arasında nasıl köprüler kuracağımızı konuşmalıyız. Hareketlerin içinde erimek ise bizi bu hedeften ve bu netlikten uzaklaştırma tehlikesini barındırıyor.   


Dila Ak Tüm Yazıları

Nourtani’nin hesabı sorulacak

18 Eylül 2024’te, Zonguldak 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, kaçak olarak işletilen bir maden ocağında kayıtsız ve güvencesiz bir şekilde çalıştırılan Afganistanlı Vezir Mohammed Nourtani’nin 9 Kasım 2023 tarihinde katledilişiyle ilgili davanın 3. duruşmasına katıldık. 

Nourtani ailesi, Afganistan’daki savaş, ekonomik sıkıntılar, yoksulluk gibi sebeplerle önce İran’a göç ediyor. İran’da büyük oğulları bir trafik kazası geçiriyor ve doktorun aileyi bilgilendirmeden oğullarının bir bacağını kesmesi sonucunda aile doktordan şikayetçi oluyor. Ancak bu olayın sonunda hem Nourtani ailesi suçlu bulunuyor hem de sınır dışı edileceklerini öğreniyorlar. Bunun üzerine aile Türkiye’ye, Van’a kaçıyor. Burada bir süre yaşadıktan sonra önce Iğdır’a, ardından da Zonguldak’a yönlendiriliyorlar. Aile, burada oturma iznine başvuruyor, fakat Zonguldak İdare Mahkemesi tarafından reddediliyor. Vezir Nourtani, Zonguldak’ta günlük işlerde çalışarak ailesine bakmaya çalışıyor. Öldürülmesinden 3 hafta önce, katledildiği maden ocağında iş bularak çalışmaya başlıyor. Maden ocağı 6 Kasım 2023 tarihinde, yani öldürülmesinden 3 gün önce, Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) ve jandarma ekipleri tarafından kapatılıyor. Maden ocağı, o günden itibaren kaçak olarak işletilmeye devam ediliyor. 9 Kasım 2023 günü, Vezir Mohammed Nourtani fenalaşıyor. Duruşmada iddia edildiğine göre, önce işçilerden birisi tarafından müdahale edilerek kalp masajı yapılıyor ve maden ocağı sahiplerine durum bildiriliyor. Vezir Mohammed Nourtani, maden ocağının sahibi iki ortak ve sahiplerinden birinin madende çalışan işçi kuzeni tarafından hastaneye götürülmek yerine ormanlık bir alana götürülerek benzinle yakılıyor. Bu kararın verilme sebebini, kurulan şu cümle çok net bir şekilde açıklıyor: “Hastaneye götürürsek başımız belaya girer. Bu adamın kimliği yok, Afgan zaten. Yakalım gitsin.”.

Maden ocakları zaten halihazırda çalışılması oldukça güç yerler. Kaçak maden ocakları ise kârı arttırmak için iş güvenliğinin göz ardı edildiği, maliyet gerektiren adımlardan kaçınılan, daha da zorlu koşullara sahip, işçilerin güvencesiz ve kayıtsız bir şekilde çalıştırılarak sömürüldüğü yerler. Bu zorlu çalışma koşullarını ise çoğunlukla başka yerlerde kolayca iş bulma şansı olmayan, seçim şansı çok kısıtlı olan ya da hiç olmayan göçmenler mecburen kabul etmek zorunda kalıyor. 

Duruşma günü Vezir Mohammed Nourtani davasını sahiplenenler, ailesi ile dayanışma gösterenler, göçmenlerin yalnız olmadığını göstermek isteyenler ile doluydu salon. Sanıklar, bu suçun işlendiğini inkar etmeyip çelişkili ifadeler ile suçlunun bir diğeri olduğunu iddia ederken, bakmakla yükümlü oldukları aileleri, çocukları olduğu için beraatlerini istediler. Vezir Mohammed Nourtani ise, eşini ve bir tanesi bacağını kaybetmiş, bir tanesi ise işitme engelli olan 3 çocuğunu geçindirmek zorunda olduğu için zorlu şartlara sahip işlerde çalışmak zorunda kalan bir işçiydi. Bu kişiler, Nourtani’yi vahşice katlettikten sonra arkasında kimlikleri olmadığı için ne çalışacak bir iş bulabilen ne hastaneye gidebilen ne de eğitim hakkından yararlanabilen bir aile bıraktılar. 

Ne göçmen ne yerli işçilerin hayatı, patronların insafına bırakılamaz. İş güvenliğinin gözetilmediği, güvencesiz, denetimsiz çalışma koşulları kabul edilemez. Göçmenlerin, mültecilerin, sığınmacıların hayatları, yerli halktan daha değersiz değildir. Göçmenler, mülteciler, sığınmacılar aşırı sağ fikirlerin yükseldiği bir atmosferde, her gün farklı bir şiddet türüne maruz kalıyor, temel insani ihtiyaçlarına ulaşma sorunu yaşıyor, katlediliyorlar. Bu atmosferi tersine çevirmek mümkün. Herkesin var olabildiği, herkese yer açan, alan tanıyan özgür bir dünya mümkün. Bunun için sesimizi, aşırı sağcı fikirlerin, nefretin, ırkçılığın artık duyulamayacağı, kendine yer edinemeyeceği noktaya kadar yükseltmek zorundayız. Bu da ancak hep birlikte, kolektif bir şekilde hareket edersek olur. 

Ve yine bu yüzden, 20 Aralık 2024, saat 14.00’e ertelenen Vezir Mohammed Nourtani davasına katılım çok önemli. Göçmenlerin yalnız olmadığını göstermek, suçlunun hakkettiği cezayı alıp almadığının takibini yapacak kamuoyunu oluşturmak, göçmen ve yerli işçilerin sorununun ortak olduğunu anlatmak, bu sömürü düzenine karşı çıkmak çok önemli. 

Tıpkı duruşma salonuna alınma sırasında önceliğin müşteki ve sanık yakınları olduğunun söylenmesi üzerine, bizim salona girişimize itiraz eden bir sanık yakınına cevap veren arkadaşımızın dediği gibi: “Bizler de Nourtani’nin yakınlarıyız.”


F. Levent Şensever Tüm Yazıları

(Dosya) ABD seçimleri: 'Trump’ın dünyasına hoş geldiniz!'

Göçmenlere, siyahlara ve azınlıklara karşı açıktan ve küstahça düşmanlık besleyen ve ırkçılığını gizlemeyen Trump, bu gerçeğe rağmen 5 Kasım’da gerçekleşen Amerikan seçimlerinde oyların yüzde 50,1’ini (76,4 milyon oy) alarak, Demokrat Parti adayı Kamala Harris’i yaklaşık 2,7 milyon oy farkla yenilgiye uğrattı. Demokratlar açısından hezimet bununla da kalmadı. Cumhuriyetçi Parti, Kongre’de çoğunluğu garantilemiş durumda. 100 senatörden oluşan Senato’da ise Demokratların 6 senatör farkla önünde. Dolayısıyla Trump, önümüzdeki dört yıl boyunca başkanlığını Demokratların siyasi engelleme çabalarına pek takılmadan, rahat bir şekilde yürütebilecek gibi görünüyor.

Trump, seçim kampanyasının temelini ırkçı ve milliyetçi iki vaat üzerine kurdu. Bir yandan yalanlar ve komplo teorileri üzerine kurulu aşırı göçmen düşmanlığını pekiştirirken, öte yandan “Önce Amerika” sloganıyla, seçmen tabanının dünya görüşleriyle örtüşen bir milliyetçiliği öne çıkardı. 

Seçim kampanyasını bu iki konu üzerine inşa etmesinin ne kadar isabetli olduğunu Associated Press ajansının ulusal düzeyde seçmenler arasında yaptığı kamuoyu araştırması gösteriyor. Araştırmaya göre, seçmenler arasında öne çıkan konular arasında ekonomi yüzde 39 oranla başı çekerken, göçmenler meselesi de yüzde 20 oranla ikinci sırayı aldı.

Trump’ın seçilmesi ne anlama geliyor?

Trump’ın seçilmesi özellikle büyük sermaye sahipleri, fosil yakıt, petrol ve teknoloji şirketlerinin önde gelenleri arsında büyük bir memnuniyetle karşılandı. İngiltere merkezli Economist dergisi seçim haftasındaki kapağına “Trump’ın Dünyasına Hoş Geldiniz” başlığı atmıştı. Bu başlık, Trump’ın yeni dönemde uygulayacağı olası politikaların sarsıcı niteliğine bir gönderme olmasının göstergesi niteliğinde.

Trump’ın seçilmesinin ardından New York borsası haftayı yükselişle kapattı. Seçimin ardından büyük bir Trump destekçisi olan, X Platformu, Tesla ve SpaceX gibi şirketlerin sahibi ve yöneticisi Elon Musk’ın serveti 300 milyar doların üstüne çıkarken, Tesla’nın değeri de 1 trilyon doları aştı.

Trump, seçim kampanyası boyunca Amerikan kapitalistleri ve muhafazakâr kesimlerin beklentilerine yönelik birçok vaatte bulundu. Kapitalist kurumlara yönelik vergileri düşüreceğini söyledi, iç piyasayı güçlendirmeye yönelik tüm ithal ürünlerinde gümrük vergilerini yüzde 10-20, Çin’den yapılan ithalatta ise yüzde 60’a yükselteceği vaadinde bulundu. 

Bu adımların küresel düzeyde halihazırda sürdürülen ticaret savaşlarının şiddetlenmesine yol açması kaçınılmaz olacak. Bu konuda bazı siyaset yorumcuları, bundan sonra dünyanın Trump öncesi ve sonrası olarak iki döneme ayrılacağı görüşünde.

Trump, ABD rejimini kökten değiştirecek

Trump’ın önümüzdeki dönem ülke içinde atması beklenen adımlarının, ülkenin siyasi, toplumsal ve ekonomik yapısını derinden sarsması büyük bir olasılık. 

Başında aşırı sağ görüşleriyle tanınan kişilerin olduğu Heritage Foundation (Kültürel Miras Vakfı) adlı kuruluşun hazırlamış olduğu 900 sayfalık bir program seçim kampanyaları sırasında gündeme gelmişti. 

Proje 2025 adlı bu program, temel olarak Trump’ın seçilmesi durumunda uygulaması için bir program niteliğinde hazırlandı. Kapsamı ve içeriği dikkate alındığında, aslında yeni bir Amerikan rejiminin inşası niteliğinde olduğunu söylemek abartı olmaz. Program, yasa teklifleri, iptal edilmesi veya yeniden yapılandırılması önerilen yürürlükteki yasalar ve hükümet kurumlarını sıralıyor.

Nitekim, Trump programın öngördüğü politikalar doğrultusunda adım atmaya başladı bile. Seçim kampanyasının ana vaatlerinden biri olan, “milyonlarca kaçak göçmenin toplu olarak sınır dışı edilmesi” görevini icra etmek üzere atanan Tom Homan, 2014 yılında, “göçmen çocuklarını ailelerinden ayırmanın yasadışı sınır geçişlerini engellemenin etkili bir yolu olacağını” savunmuştu. Geçtiğimiz temmuz ayında, “Trump geri döndüğünde ben de yanında olacağım ve bu ülkenin şimdiye kadar gördüğü en büyük sınır dışı etme gücünü yöneteceğim" demişti.

Trump, program doğrultusunda çeşitli bakanlıklara önerdiği isimleri de açıklamaya başladı. Adalet Bakanı olarak Matt Gaetz’i atayacağını ilan etti. Skandallarıyla tanınan aşırı sağcı Gaetz’in atanması Cumhuriyetçi Parti saflarında dahi tepki çekti. Gaetz, çocuk yaştaki kişilerin seks ticaretine bulaştığı iddialarıyla hakkında Adalet Bakanlığı’nın soruşturmasına uğramış bir Kongre temsilcisi. 

İç Güvenlik Bakanı olarak atadığı Kristi Noem de tam bir göçmen düşmanı. Noem geçmişte, Amerika’nın bir işgalle karşı karşıya olduğunu ileri sürmüştü. Ayrıca, pandemi döneminde maske takılmasına karşı tutumuyla biliniyor ve sıkı bir kürtaj karşıtı.

Dışişleri Bakanı adayı olarak açıklanan Marco Rubio, açık bir şekilde İsrail yanlısı bir isim. Geçtiğimiz eylül ayında, “İsrail’in kendisini savunmaktan başka bir seçeneği yok,” açıklamasını yapmıştı. Rubio, İran, Çin ve Türkiye gibi ülkeler karşısında şahin duruşuyla biliniyor ve Ukrayna’nın desteklenmesine karşı bir tutum içinde.

Savunma Bakanlığı’na atanacağı açıklanan Pete Hegseth hem Irak’ta hem de Afganistan işgallerinde görev yaptı. Ulusal Muhafız olarak görev yaptığı dönemde, “sağcı milis gruplarla bağlantılı olduğu” gerekçesiyle görevden alınmıştı. 

Kısacası, Trump’ın daha şimdiden seçtiği bakan adayları ve idari atamaları Amerikan federal sistemini nesiller boyunca sekteye uğratacak nitelikte olduğu görünüyor.

Trump’ın başkanlığının küresel düzeyde olası etkileri

Trump’ın şu ana kadar kabinesine seçtiği adaylar ve atadığı idari personelin geçmişleri incelendiğinde, dış politikasının çerçevesini şu şekilde özetleyebiliriz: İran’ın sıkıştırılması, İsrail’in desteklenmesi ve Çin ile kapışma.

İklim krizi: İklim krizini inkâr eden Trump, şimdiden bu doğrultuda adımlar atmaya başladı. Enerji Bakanlığı’nın başına fosil yakıt endüstrisinin önde gelen bir üyesi ve bir petrol şirketinin CEO’su olan Chris Wright’ı önerdi.

Ukrayna savaşı: Trump’ın ABD’nin Ukrayna savaşına verdiği desteğe karşı olduğu ve Putin’e sempati beslediği bilinen bir gerçek. 

Beyaz Saray’a geçtiğinde Ukrayna’daki savaşın sonlandırılmasına yönelik baskı yapacağını hesaplayan Rusya, bu günlerde işgal ettiği toprakları mümkün olduğu kadar genişletme çabasını arttırmış durumda. Trump Ukrayna’ya askeri yardımları keserek, bölgedeki statükoyu koruyan, yani Rusya’nın işgal ettiği topraklarda kalmasına olanak sağlayan bir barış anlaşması dayatması büyük bir olasılık. 

İsrail: Trump’ın bir önceki iktidarı döneminde Amerikan Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıdığını unutmamak gerekiyor. Nitekim, Orta Doğu Özel Temsilciliği için emlak zengini Steve Witkoff’u seçmesi bir tesadüf değil. Witkoff, Netanyahu’nun sıkı bir destekçisi.

Bunun yanı sıra, ABD’nin yeni İsrail Büyükelçisi olarak Mike Huckabee atanacak. Huckabee’nin daha önce ‘iki devletli çözüm’ fikrini reddettiği ve sadık bir İsrail destekçisi olduğu biliniyor.

İran: Trump’ın, Benjamin Netanyahu’ya İran ve kontrolü altındaki vekil militanlar konusunda, “ne yapman gerekiyorsa onu yap” yaklaşımı içinde olduğu biliniyor. 

Çin: Trump’ın Çin karşıtı katı bir tutum içinde olduğu biliniyor. Bu nedenle, diğer bölgelerdeki irili ufaklı sorunları bir an önce çözüp, bir numaralı sorun olarak gördüğü Çin’e odaklanmayı hedeflediğini söylemek yanlış olmaz. 

Trump seçim kampanyası sırasında dile getirdiği gibi Çin’den gelecek mallara yüzde 60 düzeyinde gümrük vergisi uygulamasına geçilmesi durumunda, Çin’de yıllardır süren ve muazzam boyutlara ulaşmış olan emlak piyasasındaki sorunların yanı sıra, yaşanan derin ekonomik problemlerin çözümüne ilişkin çabalar sekteye uğrayabilir.



Hakan Tahmaz Tüm Yazıları

ABD seçimleri, Kürt sorununda çözümsüzlük

ABD Başkanlığına Donald Trump’ın dört yıl aradan sonra beklenmeyen oy farkıyla tekrar seçilmesi, iç ve dış politikada yeni bir döneme işaret ediyor.

Seçim sürecinde Trump, “Önce Amerika” anlayışını merkeze alması, Ortadoğu’da bundan sonra muhtemel yaşanacakları daha da önemli hale getirdi.

Beklenti ve öngörüler, ilk döneminde izlediği politikaları daha sistematik ve bütünsellik içinde sürdürmekte kararlılık göstereceği doğrultuda. Bu yaklaşım, değişen küresel koşullar nedeniyle farklı dinamiklerle şekillenmeye açıktır.

Çok açık ki, Joe Biden döneminin söylemde de olsa “batı değerleri merkezli” dış politika yaklaşımından önemli bir kopuş olacak.

İsrail - Filisin savaşı, İran konusu ve Suriye ile Kürt sorunu en kritik konu başlıkları. Bölgenin şekillenmesinde önemli yer kaplayan bu konularda Trump yönetiminin, lider odaklı ve pragmatik bir stratejiye yönelmesi, ABD çıkarlarına odaklanmış hesapçı ve bir ölçüde müzakereye dayalı yaklaşımlar sergilemesi ve politika izlemesi kuvvetle muhtemel.

Son dört yıldır Türkiye dâhil bölge ülkeleriyle ilişkileri ve politikaları gözden geçirmesi ve yeniden yapılandırması kaçınılmaz olacak gibi görünüyor.

Ankara’nın, ABD’nin bölgesel politikalarıyla örtüşen çıkarları üzerinden bir işbirliği zemini oluşturma çabasına girmesi kaçınılmaz gibi duruyor.

Ancak bu noktada Türkiye için en büyük pürüzü, Kürt sorununda izlenen çözümsüzlük ve güvenlikçi politikalar oluşturuyor.

Suriye Kürtlerinin bir biçimde statükoya kavuşmalarına veya Şam ile anlaşmalarına yol açacak bir süreç Ankara’nın uykularını kaçırmakta. Beka siyasetini tehlikeye atıyor.

Trump’ın ilk döneminde PYD ile ilişkiler konusunda yaşanan gerilim ve yükselen tansiyon daha akıllardan çıkmış değil. Trump’ın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yazdığı “akıllı ol, ekonomini batırırım” içerikli mektubun da daha mürekkebi kurumadı.  

ABD’nin iç tutarlığa sahip bir Kürt politikası yok. Çıkarlarına dayalı PYD, KDP, YNK ve PKK politikaları var. Bu durum bölgenin diğer sorunlarına yaklaşımıyla yan yana geldiğinde, bölgesel çatışmaları tetiklemesi ve artırma ihtimalini gündeme getirmekte.

İki gün önce Türkiye’ye karşı sert açıklamalarıyla tanınan Marco Rubio'yu Dışişleri Bakanı aday olarak açıklanması olacakları ilk işareti oldu.

Ankara’nın korktuğu

Ankara; ABD seçimlerini kim kazansa Suriye’de, Bölgede ve Kürt meselesiyle ilgili yeni bir dönemin başlamasını ya da bir dizi yeni sorunların oluşma ihtimalini dikkate aldığından, 1 Ekim 2024’te Devlet Bahçeli’yi harekete geçirdi.  

Bunda bir anormallik yok. Mesele Türkiye’nin ABD karşısında elinin düne göre çok daha zayıflamış olması.

Kürt sorununda izlenen güvenlikçi çözümsüzlük politikalarından elde edilmek istenen sonuçlar elde edilemedi.

İçerde demokratik Kürt siyasal iradesi zayıflatılamadı. PYD/YPG’nin Suriye’nin geleceğinin şekillenmesindeki pozisyonunda zayıflama değil güçlenme oldu.

Türkiye, Rusya ve İran üçlüsünün Astana toplantılarında ciddi bir ilerleme sağlanamadı. Ülke çatışma yorgunu ve yüksek enflasyonla boğuşan çoklu kriz yaşıyor. Sistem tıkandı.

Bu koşullarda pragmatik, stratejik belirsizlikler ve caydırıcılık esaslı politikalar, Türkiye için stratejik fırsatlar yaratma ihtimalinden daha fazla PYD’nin dolayısıyla PKK’nin hareket alanını genişletebilir. Bütün bu ihtimaller güçlü bir riski barındırmakta. Beka sorunu kapıya dayandı.

Bu da hiç sürpriz, hesapta olmayan ve öngörülemeyen bir şey değil. Ankara siyasetinin sürüklendiği yer olarak tanımlanması gereken bir durum.

Odaklanılması gereken nokta, Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim hamlesinin üzerinden 45 gün geçmesine rağmen, Ankara sekiz yıldır izlediği güvenlikçi ve Kürt haklarını yok sayan siyasetinde pozitif bir değişikliğe gidileceğine dair ciddi bir işareti toplum algılamış değil.

Hatta Bahçeli’nin ilk çıkışından sonraki 15 gün kadar süren temkinli iyimserlik hali bile, kayyım atamalarıyla ve Cumhur İttifakı partilerinin genel başkanlarının kullandığı dil ve yaklaşımlarla bozulmaya yüz tuttu.

Kendi Kürdü ile çatışmayı diyalog ve müzakere yoluyla bitirmeyi, barışmayı tercih etmemek, sorunun çözümünde yeni ortaklar belirmesine yol açtı.

İktidar çevrelerinin “ABD’nin PYD/YPG’ye verdiği destek, Trump yönetimi sırasında Türkiye ile gerginlik yaratmaya devam edebilir. Ancak Trump’ın denizaşırı askerî varlıkları azaltma eğilimi, PYD’ye sağlanan desteğin sınırlandırılması potansiyelini taşımaktadır. Türkiye, terörle mücadelede ABD ile işbirliği yollarını aramaya devam edebilir” gibi hayal satmasıyla bir yere varılamaz. 

Kürt sorununda artık zamana oynamanın toplumsal faturası çok ağırlaştı. 1 Ekim’de kamuoyuna mal edilen ön görüşme sürecinin hızlandırılması ve bir an önce müzakere sürecine geçilmesinde büyük yarar var.

Geçmişten ders çıkararak, müzakerelerin değişik katmanları harekete geçirmesinin her gün daha fazla kaçınılmaz bir hal aldığı anlaşılmalı. Yeter ki ezberlerimizi bozacak cesareti gösterelim. Kürtlerle barışmaya, müzakere etmeye cesaret edelim ki, günümüzün en büyük haydudu ABD Başkanı Donald Trump’ın kirli hesaplarına, egolarına teslim olmak zorunda kalınmasın.



Melike Işık Tüm Yazıları

Sahipsiz köpeklere yönelik saldırılara son!

Sokak köpeklerinin konumunu ve fotoğraflarını yayımlayan web sitesi Havrita’nın son aylarda gerçekleşen köpek cinayetleriyle ilişkisi gündeme gelince toplumdan tepki yağdı. 

Uygulamada önce kendi halinde öylece yatan sahipsiz köpekler, ardından kimi sahipli köpekler ve hatta köpekleri besleyen insanlar sanki varlıkları birer suçmuş gibi ifşalanarak hedef gösterilmeye başlandı. 

Uygulamanın son aylarda artan köpek cinayetleriyle ilişkili olduğu ve uygulamada işaretlenen bölgelerdeki köpeklerin zehirleme gibi saldırılarla karşılaştığı belirtiliyor. Sosyal medyada bu işaretlemelerin gündem olmasıyla sitenin kapatılması için binlerce imza toplandı. Nihayetinde siteye ve sosyal medya hesaplarına erişim engellendi fakat sahipsiz köpeklere yönelik saldırılar devam ediyor.

Uygulamanın sahipleri her ne kadar uygulamanın “önlem ve bilgilendirme” amacı taşıdığını ve hatta hayvan refahını gözettiğini iddia etse de “başıboş köpek çeteleşmesi”, “köpek saldırısı” gibi başlıklarla daha en başından çözüm sunma amacından ziyade bir korku ve nefret aşılama amacı güttüğü anlaşılıyor. Üstelik Havrita, diğer pek çok köpek düşmanı sosyal medya hesabı tarafından destekleniyor. Tüm bu siteler ve sosyal medya hesapları, sokaktaki sahipsiz köpeklere yönelik bir nefretin örgütlenmesi ve yöntemi muğlak bir “başıboş köpeklerden kurtulma” gayesinde birleşiyor. 

Sokakların köpekler için güvenli bir yer olmadığı ve sahipsiz köpek nüfusunun kontrol edilmesinin hem hayvanlar hem insanlar için gerekli olduğu konusunda herkes hemfikirken yapılan bu “başıboş sokak hayvanlarından kurtulma” vurgusu, yöntemi ne olursa olsun başıboş köpeklerden kurtulmak için başvurulan her yöntemin meşru olduğu fikrini pekiştiriyor. 

Oysa medyada sokak hayvanlarını hedef göstererek sunulan saldırıların sorumlusu sokak köpekleri değil; hayvan hakları savunucularının yıllardır dile getirdiği güvenli kısırlaştırma seferberliğini yürütmeyenler, hayvanları birer silah olarak kullanan sahipler ve hayvanların barınma, beslenme gibi temel haklarını hiçe sayan yönetimlerdir. Gelgelelim hesap vermeye, sorumluluk almaya pek de niyeti olmayan tüm bu sorumlular, sahipsiz köpekleri toplamayı, zehirlemeyi ve hatta öldürmeyi bir çözümmüş gibi sunmaya cesaret edebiliyorlar.

Havrita gibi, hayvanların temel haklarını doğrudan tehdit eden uygulamalar tamamen kapatılmalı, bu uygulamalar aracılığıyla hayvanlara saldırılar düzenleyenler 5199 sayılı Hayvanların Korunması Kanunu’nu ihlalden cezalandırılmalı. 

Sokak köpeklerine yönelik saldırılar ve onları hedef alan söylemlere derhal son verilmeli. 

Melike Işık

(Sosyalist İşçi


Meltem Oral Tüm Yazıları

Zorlu boykotu için harekete geçelim

Siyonist işgalci İsrail, Gazze’yi Filistinsizleştirmeye giriştiğinden beri “Biz bu soykırımı durdurabiliriz”, “Biz bu işgali durdurabiliriz” diyoruz. Nasıl yapabiliriz? Sokaklara dökülmenin yanı sıra işgalin ve soykırımın sürmesini mümkün kılan koşulları yok ederek durdurabiliriz.  

İsrail’in soykırımı sürdürüyor olabilmesinin en önemli nedenlerinden biri, kendisini meşru gören iktidarlardan ve sermaye gruplarından, dolaylı ya da doğrudan aldığı ekonomik, askeri, lojistik destek. Dolayısıyla soyut bir İsrail karşıtlığının ötesinde, bu savaş makinesini işlemez kılmak için ekonomisine, askeri sanayisine zarar verecek küresel boykot eylemleri, yaptırımlar, devletleri ilişkileri kesmeye zorlamak, şirketleri yatırımlarına son vermek zorunda bırakmak önemli. Çünkü tam da süren bu ilişkiler sayesinde İsrail’in işgalciliği-sömürgeciliği olağanlaştırılıyor. Soykırımcı İsrail’i askeri-ekonomik-kültürel birçok alanda tecrit etmek ve onun lojistik kaynaklarını kurutmak Filistin halkının özgürlük mücadelesiyle doğrudan ilişkili. 

Erdoğan her ne kadar yüksek perdeden İsrail’i kınasa da Türkiye de İsrail’e lojistik destek veren ve soykırım suçuna dolaylı da olsa ortak olan ülkelerden biri. Savaş makinesini besleyen esas kaynaklar ABD ve AB emperyalizmleri ama Türkiye’nin de iktidarın kimi zaman sessizliğine kimi zaman inkarına rağmen devam eden ilişkileri var. Türkiye İsrail’le hiçbir askeri anlaşmasını iptal etmedi, hatta İsrail’i koruyan Amerikan savaş gemileriyle Akdeniz’de ortak tatbikatlar güncel olarak yapılıyor. 

Hollanda’nın İsrail’e silah taşıyan gemileri, Bandırma limanına demir atıyor. İsrail’i koruyan savaş gemileri İzmir limanında ağırlanıyor. 

Nisan ayında Erdoğan, ekimden nisana 6 ay sonra, binlerce Gazzeli katledildikten sonra anca, o da hem Türkiye’de hem tüm dünyada Filistin için mücadele edenlerin basıncıyla, “O iş bitti” demişti. “O iş”ten kastı İsrail’le ticaretti. Ancak iktidarın inkarına rağmen İzmir limanından her hafta İsrail’e gaz, beton, inşaat malzemesi taşıyan gemiler kalkmaya devam ediyor. 

Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarından biri olan Zorlu Holding’in İsrail’le iş birliği dosyası da epey kabarık. Zorlu’nun İsrail’de 1 milyar dolara varan yatırımları var. Doğrudan yatırımları, ortaklıkları veya iştirakleri hakkında BDS Türkiye’nin web sitesinde detaylı bir çalışma var. Bu iki günlük bir ilişki değil, 2005-2006’da bile Vestel’in İsrail’e yazılım ihraç ettiği kendi faaliyet raporlarında yer alıyor. Zorlu grubu İsrail’le iş birliğinde o kadar tutkulu ki 2017’de “İsrail’deki en büyük Türk yatırımcı” ödülüne layık görülmüş. 

Bugün de dünya halkları nezdinde soykırımcı olarak zihinlere kazınan İsrail’in suçlarına ortak olmaya devam ediyor. Zorlu grubu 2003’ten beri Dorad Doğalgaz Santrali’nin ortaklarından biri. Yüzde 25’lik hisse sahibi. İsrail’in elektriğinin yüzde 5 ila 8’i bu santralden sağlanıyor. Ve bu santralden işgal ordusunun üslerine elektrik gidiyor.

Zorlu’nun İsrail’le ilişkisi 7 Ekim’den bu yana çokça teşhir edildi. Pek çok kez protesto edildi. Hem bu eylemler hem de küresel BDS hareketinin basıncı sayesinde Zorlu yatırımlarını çekeceğini açıklamak zorunda kaldı. Ancak hala bu ilişkiyi tamamen kesmiş değil.   

Dolayısıyla zorlu üzerindeki basıncı yükselterek sürdürmek ve Zorlu’yu kamuoyu nezdinde soykırım suçunun ortağı olarak damgalamak gerekiyor. Bunun için yakın zamanda, BDS Türkiye’nin girişimiyle ve Filistin’in özgürlüğünü savunan çeşitli kurumların bir araya gelmesiyle “Zorlu’ya Boykot” kampanyası oluşturuldu. Filistin’e Özgürlük Platformu’nun da parçası olduğu bu kampanyada Zorlu Holding’in, tüm askeri ve ekonomik ilişkisini kesinceye dek, başta Vestel ve Zorlu Performans Sanatları Merkezi olmak üzere tüm kuruluşlarıyla boykot edilmesini, teşhir edilmesini hedefliyoruz. 

28 Eylül Cumartesi günü Zorlu Holding önünde bir eylem gerçekleştireceğiz. İlerleyen süreçlerde de hem Vestel’in hem de Zorlu’nun kendini aklama merkezi olan Zorlu PSM’nin teşhir edilmesine dönük çalışmalarımız olacak. BDS hareketinin baskısıyla Zorlu PSM’de konser verecek birçok sanatçı/grup programlarını iptal etti. Bu baskıyı genişletmek ve yerli sanatçılar nezdinde de yaygınlaştırmak önemli. Tüm sanatçıların etkinliklerini iptal etmesine, teklifleri reddetmesine dönük çabaları büyüteceğiz. 

Biz bu soykırımı durdurabiliriz. Savaşa akan kaynakları keserek durdurabiliriz. Elektrik gitmemesini, gaz gitmemesini sağlayarak durdurabiliriz. Lojistik kaynaklarının, kendini aklama zeminlerinin kurutulmasıyla durdurabiliriz.


Nevzat Onaran Tüm Yazıları

Mustafa Suphi, Ankara’nın tuzağına düştü

Mustafa Suphi, yoldaşlarıyla ne büyük umutla kar kış demeden yola çıkmıştı. Davet sahibi TBMM Reisi Mustafa Kemal’di. Kabul eden de Suphi liderliğindeki Türkiye Komünist Fırkası’ydı (TKF). Kars’ta Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’in konuğu olarak üç haftaya yakın kalmalarından şüphelendiler mi? Bilemiyoruz. 22 Ocak’ta Erzurum’a geldikten sonra artık geç kalınmıştı. Çünkü, Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen plan yürürlükteydi. Büyük olasılıkla Erzurum’da esir alındılar ve Trabzon yolculuğu böyle başladı; 28 Ocak 1921 gecesi Karadeniz sularında bitti. Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri görev başındaydı. Suphi ve yoldaşlarının katli, siyasal cinayet zincirinin 1921’deki halkasıydı. Öncesinde 1915’te Ermeni mebuslar Krikor Zohrab’la Vartkes ve sonrasında 1948’de Sabahattin Ali, 1979’de Abdi İpekçi, 1980’de Kemal Türkler, 1991’de Vedat Aydın, 1992’de Musa Anter, 1993’te Uğur Mumcu ve 2007’de Hrant Dink… Hiç şüphesiz onlarca isim sayabiliriz. Onlarca fiil, ama fail yok; ne tesadüf?

Suphi’ye resmi davet

TBMM Reisi Mustafa Kemal ile TKF Merkez Heyeti Reisi Mustafa Suphi arasında doğrudan ve dolaylı ilişki kuruldu. Mustafa Suphi, Mustafa Kemal’le ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’le hem yazıştı hem de parti görevlileri görüştü. Süleyman Sami, “BMM Reisi M. Kemal Paşa Hazretlerine” hitabıyla başlayan 15 Haziran 1920 tarihli mektupla Ankara’ya gitti. Sonra 2 Ağustos’ta [Ermenileri imha edenlerden eski Zor Mutasarrıfı] Salih Zeki, Karabekir’le görüştü ve Karabekir’in mektubuyla[1] Trabzon üzerinden Ankara’ya ulaştı. Kâzım Paşa'nın sırf memleketin yararı için komünist ve Bolşevik göründüğünü[2] belirten Mustafa Kemal, Salih Zeki’den de bir mektup aldı. Mektupta komünist teşkilatın amacı açıklanıyordu. Mustafa Suphi’ye, Mustafa Kemal yazılı ve Kâzım Karabekir şifahi cevap verdi. Mustafa Kemal’in “Mustafa Suphi Yoldaş” hitabıyla başlayan 13 Eylül 1920 tarihli mektubunda, halk hükümeti ve idarenin esas olarak seçimle belirlendiği gibi şuralara atıf yapıldı. Aynı hedefe yüründüğü için TBMM’ye yetkili bir delegenin gönderilmesini isteyen Mustafa Kemal’in ikili görüşmede önemle üzerinde durduğu bir konu da Sovyetlerden gelen yardımdır.[3]

Yardımların başladığı bir dönemde Sovyet Rusya’yla ilişkiye önem veren Mustafa Kemal ve diğer muhatapların Suphi’ye yazılı veya şifahi verdiği ortak mesaj, tek yetkili makam TBMM’dir. Suphi de sonraki iki mektubunda bu düşüncede olduğunu beyan edecektir.

Mustafa Kemal’in 14 Eylül’de Garp Cephesi Kumandanı Ali Fuat’a (Cebesoy) gönderdiği şifresinde konu, Mustafa Suphi ve komünizmdir. Mustafa Kemal, “Mustafa Suphi Yoldaşa da yazdığım veçhile ne yapılacak ise hükümet vasıtasıyla” yapılmasını ve alenen komünizm ve Bolşevizm aleyhtarlığını uygun bulmadığını yazdı. Mustafa Kemal, Ali Fuat’a 26 ve 31 Ekim tarihlerinde de gönderdiği iki şifredeyse, “hükümetin malûmatı tahtında” 18 Ekim’de resmen TKF’nin kurulduğunu ve “maksadı millimizin kahramanı arkadaşlarımız[ın] bu teşkilâtta” bulunacaklarını bildirdi.[4]

Suphi, Kasım 1920’de ikinci mektubunu Mustafa Kemal’e cevaben yazdı, yedi maddeydi. Karabekir’in Ermenistan harekâtı ve gönderilen ‘Türk Kızıl Alayı’ hakkında değerlendirme yapılan mektupta, temel talep, Türkiye’de kendiliğinden doğan komünist teşkilatların kanuni bir şekle sokulmasıydı.[5]

M. Kemal’in Suphi’ye yazdıktan sonra resmi TKF’yi kurdurması, gerçekte neyi amaçladığını anlaşır kılmaktaydı. İki tane TKF olamayacağına göre öncelikle tasfiye edilecek olan Suphi’nin partisiydi. Suphi ve yoldaşlarının imhası, hiç kuşkusuz bu yönde bir icraattır ve devamında komünizme yasak dili resmileştirildi.

M.Kemal-M. Suphi yazışması ve ilgililer arasındaki ikili görüşmeler ortaya koymaktadır ki, resmen Suphi şahsında TKF heyeti davet edilmiştir. Bu genel kabule rağmen, Yavuz Aslan “gönüllü davet” olmadığı iddiasındadır. M. Suphi de davete icabet edecek tavrındadır.[6] Suphi’ye davet Meclis’te de müzakere edildi; hem de Suphi ve yoldaşlarının Erzurum’a geldiği 22 Ocak 1921’de. Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’nin TKF ile ilişki kurmak ve mektuplaşmakla ilgili ağır ithamına cevaben net konuştu: “Mustafa Suphi ile ilk temasta bulunduğu[m] zaman yalnız muhabere etmedim. Benim nezdimde ademi mahsus göndermişti. Hakikaten Eskişehir’de bulunduğum sırada Mustafa Suphi’nin ve daha bir adamın [Azadan Mehmet Emin] imzasıyla bir vesikayı ve bir [15 Haziran 1920 tarihli] mektubu hamilen bir zat [Süleyman Sami] bana mülaki oldu (ulaştı). Mustafa Suphi bana müracaat ediyor ve diyor ki, bizim hariçte maksadı teşekkülümüz dâhildeki maksadı millimizi teshil (kolaylaştırmaktan) ve teminden (sağlamaktan) ibarettir […] Bu adam [Mustafa Suphi] Lenin’in yegâne adamıdır. Lenin, Türkiye hakkında bir iş yapmadan evvel mutlaka Suphi ile [görüşmektedir.] […] Ben doğrudan doğruya Mustafa Suphi’nin mektubuna cevaben [13 Eylül 1920 tarihli mektubu] yazdım […] Asıl mektubu getirip de mahrem tebligatta bulunan, söylediğim şeylerin hepsi hakkında müspet, müeyyid delaili (doğrulayan deliller) kafiye (yeterince) mevcuttur. Tekrar delile hacet yoktur.”[7]

Mustafa Kemal'den plana onay

Suphi ve yoldaşları Kars’a gelmeden çalışmaya başlandı. Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir, 25 Aralık 1920’de Müdafaa-i Milliye Vekâleti’ne yazdı. Önerisi, Suphi’nin refakat eşliğinde Ankara’ya gönderilmesiydi. Telgraf, TBMM Reisi Mustafa Kemal dâhil ilgililere aktarıldı. Bunun üzerine Mustafa Kemal’in Karabekir’e gönderdiği 29 Aralık tarihli şifresinde, Suphi’nin komünizm cereyanlarını körüklemesinin mahzurlu olduğu belirtildi.[8] Bu, Ankara-Kars hattında ne yapılacağını belirlenmenin yazışmasıydı.

Suphi liderliğindeki TKF heyeti ancak 28 Aralık’ta Kars’a gelebildi ve üç haftaya yakın burada tutuldu. Neden beklendi veya bekletildi? 2 Ocak 1921’de Suphi, Moskova’ya giden ekipten Moskova Sefiri Ali Fuat, Maarif Vekili Rıza Nur’la görüştü[9] ve elbette buradan notlar Ankara’ya aktarıldı. Hem bu görüşme notları hem de Mustafa Kemal’in 29 Aralık tarihli şifresinde belirtildiği gibi, Kâzım Karabekir’in Suphi’yle görüşmesinden ne yazdığıyla ilgili bilgi, anıları saymazsak gün yüzüne çıkmadı.

Mustafa Kemal’in, Suphi’nin Kasım 1920 tarihli mektubuna cevap verip vermediği bilinmiyor. Kars’ta bulunan Suphi, 2 Ocak’ta TBMM Riyaseti’ne bir mektup daha yazdı.[10] Resmi TKF’nin kurulmasının memnuniyetle karşılandığı belirtilen mektupta, “Emelimiz memleketin müdafaa cephesini zayıf düşürmek değil […] hükümete yardımcı olmaktır. Bu gayeyi kanunların veregeldiği müsaadeler dâhilinde gereken kolaylığın gösterilmesini rica […] ve sizlere katılmakla onur duyacağımızı arz ederiz” denildi. Mektupta hükümetin 4 Ocak’ta okunduğu notunun varlığı çok önemlidir.

Suphi, sonunda bu iyi niyetinin kurbanı oldu. Zaten TKF’nin dönemsel politik analizi Ankara’dan ayrıksı değildir. TKF’nin 8 Kasım 1920’de aldığı kararda ve sonraki değerlendirmelerinde[11] Anadolu [Türk] millî kuvvetlerine, Hıristiyan milletlere ve Sevr’e bakışında Ankara ile paralellik vardır. Paralellik sonrasında daha da derinleşti. 1986’da TKP MK ve 1988’de TBKP MK Üyesi Ahmet Kardam’a göre, TKP, Ermeni soykırımını göremedi ve “Kürt isyanlarını gerici feodal isyanlar olarak” değerlendirdi.[12]

Mustafa Kemal’in vurguladığı gibi hükümetin Kâzım Karabekir’e verdiği talimat[13] ve Ankara-Kars hattında belirlenen plan, Erzurum Valiliği’ne Ankara emri olarak bildirildi. 2 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Erzurum Valisi Hamit’e Suphi ve heyetinin Ankara’ya gönderilmemesinin Ankara emri olduğunu yazdı. Valinin yaptığı hazırlıkta öne çıkan teşkilat, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyeti’nin istifa etmesiyle 15 Ocak’ta kurulan Erzurum Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. Anlıyoruz ki, cemiyet, 1960’lardaki Komünizme Mücadele Derneği’nin 1920’ler versiyonudur. Mete Tunçay’a göre, bu cemiyetin Erzurum’daki kışkırtmalarının arkasında Erzurum Valisi ‘Deli’ namıyla tanınan Hamit (Kapanlı) ve Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir vardır. 16 Ocak’ta vali, Mustafa Kemal’e gönderdiği telgrafında hem yeni kurulan cemiyeti hem de Kâzım Karabekir’le alınan kararı aktardı. Buna göre, Suphi ve TKF heyeti halkın galeyanından korunacak ve hudut haricine sevk etmek amacıyla Trabzon’a gönderilecektir.[14]

Erzurum’da Suphi ve yoldaşlarına ne yapılacağı, 3/4 Ocak’ta Kâzım Karabekir-Vali Hamit yazışmasına göre netleştirildi. 11 Ocak’ta Kâzım Karabekir, plan hakkında hem Ankara’yı bilgilendirdi hem de valiye cevaben onaylandığını yazdı. Aynı gün Kâzım Karabekir, Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’la görüştü[15] ve onlara hükümeti haberdar ettiğini bildirdi. Üç gün sonra Karabekir, validen, saldırının olmaması için tedbir almasını istedi. 16 Ocak’ta valilikten Mustafa Kemal’e plan bilgisi aktarıldı ve 18 Ocak’ta Ankara’dan cevaben “Tedabiri âliyeleri musiptir (isabetlidir)” denildi.[16] Böylece valilik, ‘onay’ bilgisini Kâzım Karabekir’in bildirmesine rağmen, Ankara’dan ikinci kez aldı.

İmhadan üç gün önce 25 Ocak’ta Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Mustafa Durak ve Elcezire Cephesi Kumandanı Nihat Paşa’ya Suphi ve yoldaşlarına yapılacakları, o güne kadar yapılanları yedi maddede özetledi. 22 Ocak’ta gizli celsedeki müzakere, birinci maddede “Komünizm sorunu, Meclis’te gizli toplantıda konuşuldu. Meclis ve hükümet komünizmin ülkede uygulanmayacağı hakkındaki kanısını kesin ve heyecanlı bir surette açıkladı” diye aktarıldı. Doğrudan plan, icrası ve onay hakkında olan beşinci maddede, “Erzurum’da Mustafa Suphi hakkında ulusal tepkilerin planını, daha önce Kâzım Karabekir Paşa’nın ve sonra [vali] Hamit Beyin yazılarıyla öğrenmiş ve uygun bulmuştum. Herhalde doğrudan gelecek yıkıcı herhangi bir akıma karşı Erzurum ve Trabzon’un ve bütün ülkenin bir demir duvar durumunda bulunacağına güveniyorum” denildi. Diğer maddelerde, hükümetin komünizme karşı gerekli önlemi aldığı, Rusya ile dostça ilişkilerin bozulmayacağı, Erzurum’daki cemiyetin önemli görev icra ettiği ve ayrıca Karabekir’e yazıldığı da ifade edildi.[17]

“Teçhizat ve para yardımı yapan Sovyetler gücendirilmeyecek” koşuluyla Ankara-Kars-Erzurum üçgeninde belirlenen ve Ankara’nın onayladığı plan şöyledir: 1- Heyet [Suphi ve yoldaşları] Erzurum’a vardığında halk kışkırtılmalıdır. 2- Heyette, Ankara’ya gidemeyecekleri ve kalamayacakları izlenimi uyandırılmalıdır. 3- Heyet Trabzon’a yönlendirilmelidir. 4- Trabzon’da da halk heyete karşı kışkırtılmalıdır. Yazılmayan 5’inci maddeyse, komünistlerin Karadeniz’de imhasıydı.

18 Ocak’ta Suphi ve yoldaşları, imha planından habersiz ve başlarına ne geleceğini bilmeden Kars’tan Erzurum’a trenle hareket etmiştir.

Ferman TBMM tutanağında

Suphi ve yoldaşlarının Kars’a gelişinden imhasına, Yahya Kâhya’nın[18] ve Trabzon Mebusu Ali Şükrü’yle Topal Osman’ın öldürülmesi bir bütün olarak dikkate alındığında, Erzurum üzerinde karar/onay mercii Ankara’dır. 22 Ocak 1921 tarihli TBMM gizli celse zaptı[19] da İsmail Hakkı’nın (Tekçe) itirafı öncesinde konumu itibariyle Mustafa Kemal’in rolünü anlaşılır kılmaktadır. Tutanak aslında “komünistlerin katli vaciptir” fermanıdır.

22 Ocak’ta Mustafa Kemal, Hüseyin Avni’nin bazı konularda bilgilendiğini kabul ederek, “Kâzım Karabekir Paşaya Heyeti Vekile’den verilen talimata vakıf mısınız?” diye sordu. Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir’i takdir ediyor ve onay makamının hükümet olduğunu hatırlatıyordu! Sonraki aylarda TBMM’de Mustafa Kemal’in I. Grubu’na karşı oluşacak II. Grup lideri Hüseyin Avni’nin, yaptığı konuşmanın dört mesajı vardı: 1- Mustafa Suphi’ye millet ve hükümet namına mektup yazılmış ve söz verilmiştir. Bununla Kâzım Karabekir ve Mustafa Kemal, ismi verilmeden suçlanmıştır. 2- Mustafa Suphi’yle ilişki kuran ve heyeti davet eden cezalandırılmalıdır. 3- Mustafa Suphi, şarkta yalnız başına değildir. Bir heyet gönderilmeli ve tetkik edilmelidir. 4- Ankara’da kurulan [resmi] TKF’ye para aktarılması usulsüzdür.

TBMM Reisi Mustafa Kemal de Hüseyin Avni’yi yanıtladı: 1- Komünizm “memleketimiz, milletimiz ve dinimiz” adına kabul edilemez. 2- Resmi TKF, Mustafa Suphi’nin TKF’sine karşı özel izinle kuruldu ve gerektiğinde kendileri dağılacaktır. 3- Evet, Mustafa Suphi ile ilişki kuruldu ve mektuplar yazıldı. 4- Bundan sonra Mustafa Suphi ile görüşülmeyecek ve mektup yazılmayacaktır. 5- Mustafa Suphi’yi şarkta karşılayan Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’dir. 6- Mustafa Suphi’yi ve heyettekileri “sınır dışına tard” etme yani Ankara’ya gelmesini engelleme planını hazırlayan Kâzım Karabekir’dir. 7- Suphi ve yoldaşlarıyla ilgili [imha] planın gereği yapılacaktır.

Anlıyoruz ki, Mustafa Kemal ve Hüseyin Avni anti-komünizmde yarışıyor. Tutanak ortadadır, Mustafa Kemal net konuşmuştur: Anti-komünizm ötesinde Suphi ve partisini TKF’yi bitirecek plan icra edilecektir! Plan gereği 22 Ocak’ta Erzurum’dan kovalanan Suphi ve 13 yoldaşı, 28 Ocak’ta gece Trabzon’a sokulmadan Batum’a gönderilmek gerekçesiyle motorlara bindirildi ve Karadeniz’de imha edildi. Böylece Ankara’nın Türk millî güçleri, Türk komünistlerini, Yunan işgalci askerinden önce denize döktü!

Komünistlerin imhası

Plan icrasının ilk adımı teşkilatlanmaktır. 15 Ocak’ta Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu ve Ankara’yla temasa geçti. Mustafa Kemal, 22 Ocak’ta gizli celsede cemiyetin okunan telgrafına cevabını 25 Ocak’ta gönderdi. 22 Ocak’ta heyecanlı görüşme yapıldığı ve milletin komünizmi kabul etmeyeceği belirtilen cevapta, “Hükümetin, bu görüşe uygun olarak hareket edeceği tabii bulunmakla, Erzurum’un sayın ahalisini, milli birliğimizi daima yenileyip güçlendirici olan sağlam durumlarını iç rahatlığıyla” sürdüreceği vurgulandı.[20]

Suphi ve yoldaşları, Erzurum Valisi’nin Bayburt kaymakamına ve Ankara’ya yazdığı gün, 22 Ocak’ta Erzurum’a geldi. Mustafa Kemal, planın Erzurum’daki icrası hakkında tekrar bilgilendirildi. Buna göre, cemiyetin faaliyetiyle, Suphi ve yoldaşları kovuldu, onlar da Trabzon’a kaçtı ve halk yiyecekle yatacak yer vermedi. Trabzon’a kovalanan Suphi ve yoldaşları için 24 Ocak’ta Kâzım Karabekir, Bayburt kaymakamını ve 12. Fırka Kumandanlığını uyardı: TKF mensupları kabul edilmeyecekti.[21]

TKF heyeti öncelikle Erzurum’dan, ardından Bayburt, Gümüşhane ve Torul güzergâhında Trabzon’a kadar kovalandı. Heyet ancak 28 Ocak’ta gece Trabzon’a vardı. 2/3 Şubat’ta, Trabzon’a sokulmayan Suphi dâhil 14 kişinin motorla sahilden uzaklaştırıldığını Genelkurmay’a bildiren Kâzım Karabekir, ölümden bahsetmedi. Heyet 19 kişi olup beş kişi alıkondu. Bunlardan biri de Suphi’nin karısı Mariya (Meryem) Suphi’dir. Trabzon’da imhayı organize eden Yahya Kâhya, Mariya Suphi’yi “kendisine kapatma yapmış” ve heyetin maddi imkanlarına da el koymuştur.[22]

TKF’ye göre 16 partili öldürüldü.[23] Canını kurtaranlardan biri de Süleyman Sami’dir ve 3. Fırka Kumandanı Rüşdü’nün 20.7.1921 tarihli raporuna[24] göre, heyette Ankara’yla temaslı kişidir. TKF’de de bu yönde tartışma[25] olmuştur, ama o sıra bitirilememiştir.

TKF, aylar sonra yoldaşlarına ne olduğunu gündemine alabildi. Merkez Komitesi, Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini 3 Mart 1921’de ilk kez görüştü ve ancak bir ay sonra 2 Nisan’da Moskova’ya bildirdi.[26] Bu arada 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşma imzalandı. Peki TKF teşkilat merkezi, katliamı Bolşeviklere bildirmekte neyi bekledi?

Sovyetlerle ilişkinin bozulmasının istenmediği koşullarda, Suphi ve yoldaşlarının katli hemen o anda akla gelmiş ve uygulanmış olamazdı. Nitekim ilgili yazışma ve görüşmeler, heyetle ilgili Ankara-Kars-Erzurum hattının işletildiğini, imhanın kararlaştırıldığını ve M. Kemal’den onay alındığını göstermektedir. Anadolu’daki varlığından bahsedilen komünist-Bolşevik hareket de o denli zayıftır ki, Suphi ve yoldaşlarını karşılamada ve katliam sonrasında bir varlık gösteremedi.

‘Öldürün’ diyen bellidir

Ankara hükümeti, Sovyet Dışişleri’ne M. Suphi ve yoldaşlarının ölümünün bir deniz kazası olduğunu yazdı. Yahya Kâhya’ya kimin emir verdiği bilinmiyor[muş]! Mete Tunçay, “Yahya’ya Suphi grubunun ortadan kaldırılması için kimin emir verdiği kesinlikle belli değildir. Bu buyruğun Karabekir’den çıkmış olması muhtemeldir. Ankara’nın ise, önceden haberinin olup olmadığını kestirmek güçtür” ve “eğer günün birinde M. Suphilerin öldürülmesinin onun [M. Kemal] emrettiği kanıtlanırsa, çok şaşacağım!” değerlendirmesini yaptı.[27] Ayrıca Yahya’ya emri verenin ya İttihatçılar[28] ya da doğrudan Ankara veya Ankara insiyatifiyle Kâzım Karabekir-vali Hamit ikilisi olabileceği[29] de öne sürüldü. Kâzım Karabekir[30] ise, Mustafa Suphi’nin İttihatçı aleyhtarlığı yüzünden öldürülmüş olacağını belirtti ve Enver Paşa’nın Sovyetlerle mücadelesinden dolayı Bolşeviklerin de Yahya Kâhya’yı öldürtebileceğini iddia etti.

Yahya’nın tutuklanması, beraat etmesi ve ardından 3 Temmuz 1922’de öldürülüp susturulması, iç çekişme ve saireyle gerekçelendirilirse de dönemin ‘özel muhafızı’ ve sonra Çankaya Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı’nın (Tekçe), Topal Osman’ın iki fedaisiyle Yahya Kâhya’yı (300 kurşunla)[31] öldürdüğünü açıkladığı 4 Aralık 1977’de, düğüm çözüldü. Çünkü İsmail Hakkı Tekçe, Mustafa Kemal’e rağmen Trabzon’a gitmiş olamazdı. TBMM heyeti, zaten bu adrese ulaşmıştı; Yahya’yı öldürenler Ankara’dan gelen Topal Osman’ın adamlarıydı; bu kadar! İstihbarat Müdürü’yken Trabzon’da soruşturma yapan Feridun Kandemir’e göre, suikastın faili Yahya da “Yalnız değildim” tehdidini savurmuştu.[32] İsmail Hakkı Tekçe, bu fiiliyle ilgili beyanı öncesinde 16 Kasım 1968’de de Trabzon Mebusu Ali Şükrü’nün öldürülmesini organize eden Topal Osman’ın 2 Nisan 1923’te kendisinin yer aldığı ekip tarafından öldürüldüğünü açıklamıştı.[33] Bitmedi İsmail Hakkı Tekçe, Çankaya Muhafız Alay Komutanı Albay olarak 1937 yılı Nisan-Eylül döneminde, Dersim’de de görevlidir.[34] İcrasıyla İsmail Hakkı Tekçe, kelimenin tam anlamıyla Çankaya’nın özel fedaisidir.

Ankara’da Suphi ve yoldaşlarının 28 Ocak 1921’de katlinden ve 16 Mart’ta Sovyetlerle antlaşmanın imzalanması sonrasında komünizme karşı taktikte yeni aşamaya geçildi. Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1921 tarihli mektubunda, komünizme müsamahanın bittiğini yazdı.[35] Artık resmî TKF’ye de gerek kalmayacaktır. Ve zamanla anti-komünizm, Türk devletinin ideolojik konumlanmasında içselleştirdiği bir unsuru olacaktır!

Buraya kadarki tüm yazışmalardan/anlatımdan çıkardığım yalın gerçek şudur:

1- Mustafa Suphi ve yoldaşları resmen Ankara’ya davet edilmiştir.

2- TBMM Reisi Mustafa Kemal’le Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir yazışmasıyla belirlenen plan, TKF heyetinin Erzurum-Trabzon hattında kovalanması ve Karadeniz’de imhasıdır. Bunun için Erzurum ve Trabzon Kuvayı Milliyecileri seferber edildi.

3- Planı onaylayan BMM Reisi Mustafa Kemal’dir.

4- Planın sahada teşkilatlandırılmasını yapan kumandan Kâzım Karabekir’dir

5- Trabzon’da imhayı yapacak görevli Yahya Kâhya’dır.

6- Plan icrası sonrasında Yahya Kâhya, ardından mebus Ali Şükrü ve Topal Osman öldürüldü. Çankaya fedaisi İsmail Hakkı Tekçe’nin beyanlarıyla sabittir ki, Çankaya, cinayet zincirinin ortasındadır!

1915’lerden, 1921’e ve bugüne, faili meçhul siyasal cinayet zincirinin herhangi bir halkasını kopartacak hukuki sistem oluşturulamadığı için yeni halkalar eklendi, ekleniyor. Zincirin kopartılması, hiç kuşkusuz siyasal cinayetleri var eden Türkçü-Sünni İslamcı ekonomik politiğin ilgasıyla mümkün olacaktır!

NOTLAR

[1] Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul-1960, s. 831-832, 834.

[2] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 335-336.

[3] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-1 (1908-1925), BDS Yayınları, İstanbul-2000, s. 100-101 ve Belgeler-s. 338-339; Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Türk Tarih Kurumu, Ankara-1997, s. 269-280; Dönüş Belgeleri-1, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s. 49-50, 112-117.

[4] Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hâtıraları, Temel Yayınları, İstanbul-2000, s. 515-518, 551-554; Mete Tunçay, age, s. 151.

[5] Dr. Samih Çoruhlu’dan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 339-340.

[6] Mete Tunçay, age, s. 102 ve Belgeler-s. 354; Yavuz Aslan, age, s. 288-291; Hamit Erdem, Mustafa Suphi, 3. Baskı, Sel Yayıncılık, İstanbul-2010, s. 200-202; Dönüş Belgeleri-1, s. 72-78, 123, 160, 238, 271.

[7] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 336.

[8] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 299-301.

[9] Mete Tunçay, age, 102, 152; Yavuz Aslan, age. S. 301-303; Hamit Erdem, age, s. 225-229.

[10] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 341, 345.

[11] Dönüş Belgeleri-1, s. 152-155 (8 Kasım 1920), 323, 331; Dönüş Belgeleri-2, TKP MK 1920-1921, çeviren: Yücel Demirel, TÜSTAV, İstanbul-2004, s.79.

[12] Birikim, Eylül 2020, sayı: 377, s. 43.

[13] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 337

[14] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 351; Yavuz Aslan, age, s. 306-307, 312-314.

[15] Kâzım Karabekir, age, s. 909-910.

[16] Mete Tunçay, age, s. 152 ve Belgeler-s. 351, 353; Yavuz Aslan, age, s. 307-315; Hamit Erdem, age, s. 230-237.

[17] Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246.

[18] Yahya Kâhya olarak bilindi, ama hakkındaki çalışmada adı Kâhya Yahya’dır (Uğur Üçüncü, Kâhya Yahya, Serander Yayınları, Trabzon-2015).

[19] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326-337.

[20] TBMM GCZ, cilt: 1, 22 Ocak 1921, s. 326; Cihat Akçakayalıoğlu’ndan aktaran Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 245-246.

[21] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 352-353; Yavuz Aslan, age, s. 316-320.

[22] Mete Tunçay, age, s. 102, 153 ve Belgeler-s. 356; Yavuz Aslan, age, s. 321, 331-332. Türkiye Komünist Gençler Birliği azası Abdülkadir’in 1 Ekim 1921 tarihli anlatımı, Dönüş Belgeleri-2, s. 157-169.

[23] Dönüş Belgeleri-2, s. 151-153

[24] ATASE’den aktaran Yavuz Aslan, age, s. 271-273.

[25] Dönüş Belgeleri-2, s. 131-136, 141-142.

[26] Dönüş Belgeleri-2, s. 115-121, 128-130.

[27] Mete Tunçay, age, s. 153-154 ve Belgeler-s. 356.

[28] Yavuz Aslan, age, s. 353-359.

[29] Hamit Erdem, age, s. 267.

[30] Kâzım Karabekir, age, s. 1147-1148.

[31] Lazistan Mebusu Ziya Hurşid açıkladı (TBMM ZC, devre: 1, cilt: 28, 29 Mart 1923, s. 231).

[32] Mete Tunçay, age, s. 154 ve Belgeler-s. 355; Yavuz Aslan, age, s. 339-342, 353-354; Feridun Kandemir, Atatürk’ün Kurduğu Türkiye Komünist Partisi ve Sonrası, Yakın Tarihimiz Yayınları, İstanbul-1965, s. 184-186.

[33] TBMM ZC, devre: I, cilt: 28, 29 ve 31 Mart 1923, s. 226-233 ve 243-244 ile 2.Nisan 1923, s. 304-308; Cemal Şener, Topal Osman Olayı, Ant Yayınları, 3. baskı. İstanbul-1998, s. 101.

[34] Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyeti'nde Ayaklanmalar (1924-1938), Genelkurmay Basımevi, Ankara-1972, s. 399-401; BCA-F: 030.10/K: 110, D: 745, S: 19; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 18; BCA-F: 030.10/K: 111, D: 745, S: 19; BCA-F:490.01/K: 1137, D: 146, S: 4.

[35] Mete Tunçay, age, Belgeler-s. 246-247.


Nuran Yüce Tüm Yazıları

Sezgin Tanrıkulu yalnız değildir

CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, katıldığı bir canlı yayın programında şu sözleri dile getirdi: 

“TSK’nın yaptığı her şey, eleştiriden azade değil. Biz milletvekiliyiz bunları sorgularız. TSK değil mi 12 Eylül’de darbe yapan? Bu ordu değil mi 15 Temmuz’da darbe girişimi yapan, köyleri yakan... Benim takip ettiğim davalar var. 15 köylüyü helikopterden atan TSK değil mi? AİHM kararıyla sabit hale gelen... Biz eleştirel yaklaşırız. Soru sorarız, doğru olup olmadığını sorarız, TSK üzerinden bu tür şaibelerin kalkması amacıyla bunu sorarız. 40 yılda her şeyi doğru yapsaydı Türkiye bu durumda olmazdı. AİHM kararı orada, 15 tane köylüyü kim attı? Bu kadar köyü kim yaktı? Daha yeni Roboski Uludere oldu... Sizler de eleştirel yaklaşamadığınız için Türkiye bu noktaya geldi.” 

Bu sözlerinin ardından da iktidar, TSK ve kendi partisi tarafından hedef haline getirildi.  Ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı bir tatil gününde alelacele Sezgin Tanrıkulu hakkında “Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin Kurum ve Organlarını Aşağılama ve Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama” suçlamalarından soruşturma açtı. Tanrıkulu’nun dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin fezleke de TBMM’ye iletilmek üzere Cumhurbaşkanlığına gönderildi.

Tanrıkulu’nun televizyondaki sözleri kendi yargıları değil belgelerle, görgü tanıklarıyla, ifadelerle kanıtlanmış ve AİHM’in de Türkiye’yi mahkum ettiği davalara ilişkindi. 

1990’lı yılarda yakınları kaybedilmiş insanların yıllara yayılan, her türlü hukuksuzluğa mahkum bırakılan zorlu mücadelelerinin sonrasında açılan davalar ile sabitlenmiş suçlara ilişkindi. 

Tanrıkulu’nun ifade ettiği, Diyarbakır Kulp’ta kaybettirilen 11 kişi için AİHM’de açılan dava dosyasının başlığı “Mehmet Salih Akdeniz ve diğerleri vs Türkiye”. 

97-98 yıllarında iki kere Türkiye’ye gelen üç hukukçunun yaptığı incelemeler sonucu, 99 yılında yayınlanan raporda TSK’nın bölgede yaptığı operasyon sırasında gözaltına alındıkları ama hiçbir resmi gözaltı işlemi yapılmayan 11 kişinin en son helikoptere bindirilirken görüldüğü ve bir daha kendilerinden haber alınamadığı söyleniyor. 

2001 yılında AİHM bu davada Türkiye’yi, kaybolan 11 kişinin ailesine toplamda 311 bin sterlin ödemeye mahkum etti. 2003 yılında ise aynı bölgede köylüler tarafından bulunan kemik ve eşyalar için bölgeye savcının gelmesi talep edildi. Savcı güvenlik gerekçesi ile gelmeyi reddedince köylüler kemikler ve diğer eşyaları çuvallara doldurup savcıya götürdüler. Adli Tıp Kurumu tarafından verilen raporda kemiklerin en az dokuz kişiye ait olduğu ve bunlardan ikisinin Mehmet Salih Akdeniz ile Behçet Tutuş’a ait olabileceği (yüzde 99.99 oranında) söylendi.

Sezgin Tanrıkulu yıllardan beri hak, adalet ve eşitlik mücadelelerinin içinde yer alıyor. 

Kendisine karşı başlatılan, başta AKP milletvekilleri, yöneticileri olmak üzere İYİ Partiden MHP’sine dek uzanan tepkiler ve tabiî ki kendi partisinden de yapılan “milletimizin gözbebeği Türk Silahlı Kuvvetleri’ni töhmet altında bırakan ifadeleri kabul edilemez” açıklamasına karşı hakikatlerin şimdiki siyasi atmosfere göre eğilip bükülemeyeceğini dile getirerek gerçekleri söylemeye devam ediyor.

Bu gerçekleri ifade eden kişilerin yanında, amasız fakatsız durmak, bugünkü karanlık ortamı aşmanın tek koşuludur. 

Sezgin Tanrıkulu’nun yanındayız.


Onur Korkmaz Tüm Yazıları

İğneada’ya nükleer santral tasarıları kabul edilemez!

Türkiye'nin enerji politikaları ve özellikle nükleer enerji kullanımı hakkındaki tartışmalar son yıllarda büyük bir önem kazandı. Hükümetin Akkuyu ve Sinop'tan sonra İğneada'ya da bir nükleer santral kurma girişimleri, çevresel ve güvenlikle ilgili endişeleri de beraberinde getiriyor. 

Nükleer santrallerin potansiyel sızıntılar ve çekirdek erimeleri gibi felaketlere yol açabileceği bilinse de Enerji Bakanlığı bu sorunları görmezden gelerek iklim krizini nükleer enerji için bir fırsata dönüştürme çabası içinde. Hükümet, nükleersiz bir dönüşüm ile karbon nötr olmanın ancak 2050’lerden sonra sağlanabileceğini iddia ediyor.

Bahaneler ve Gerçekler

‘Karbon nötrleşme’ yolundaymış gibi anlatılsa da Türkiye fosil varlıkları yakıt olarak kullanmaya devam etmede ısrarlı gözüküyor. 

Hükümet dünyanın en verimsiz kömürü ve bir o kadar verimsiz termik santralleri için Akbelen’i her türlü tepkiye rağmen yok ederken, bir yandan da nükleer santral inşa ederek karbon salımlarını düşüreceğini söylüyor. 

Görünen köy kılavuz istemiyor ama burada çelişkili olan sadece durumun kendisi değil aynı zamanda bakanlığın “nükleersiz karbon nötr olamayız” söylemleri. 

Nükleer enerjinin yatırım süresi uzun ve maliyetlidir. Ayrıca anlatıldığı gibi yüksek kapasiteli falan da olmaz. Bunu görebilmek için Akkuyu Nükleer Güç Santrali ile Karatay Güneş Enerjisi Santralinin verilerine bakmak yeter:

  • Neredeyse 11 milyon dönümlük bir araziye inşa edilen Akkuyu NGS’nin kapasitesi 4,8 GW, kurulum maliyeti 20 milyar dolar ve inşaat süresi 10 yıl. 
  • 1 GW kapasiteli Karatay GES 20 bin dönümlük arazi üzerine yalnızca 2 yılda kuruldu ve inşası 1,3 milyar dolara mal oldu. 

Akkuyu’nun aldığı güneşin daha fazla olacağı gerçeği de görmezden gelindi. Oysa Akkuyu’ya kurulacak 4,8 GW’lık bir fotovoltaik GES santrali, nükleer santralin 10’da biri kadar bir araziye, 3’te 1’inden ucuza ve 5’te 1’i kadar bir sürede yapılabilirdi. 

Dahası, işletme maliyetlerini göz önünde bulundurunca nükleerin yanında 8’de 1 seviyelerinde kalacağı da anlaşılıyor. Benzer bir hesabı Sinop’ta rüzgâr enerjisiyle de yapmak mümkün.

Acaba benim 10 dakikalık bir araştırmayla yaptığım bu hesaplamayı Enerji Bakanlığında yapabilen kimse yok mudur? 

İğneada’ya çivi dahi çakamazsınız: Bu, gezegene ihanettir

Nükleer santral başlı başına bir sıkıntı iken bir de bu santrali İğneada’ya yapma planı var ki bu da başka bir savsata. 

Kırklareli’ne bağlı Karadeniz sahilindeki İğneada, 3155 hektarlık eşsiz bir Longoz ormanına sahip. Amazon ve Afrika Kongosu longozları ile birlikte dünyadaki üç longoz ormanından biridir. 

Türkiye’de biyoçeşitliliğin en zengin olduğu bu bölgeye bir enerji santrali yapılmasının akla gelmesi bile korkunç! 

Longoz’a en ufak zarar verecek hareket, dünya tarihindeki en büyük ihanetlerden biri olur. Bu eşsiz doğal alanın korunması ve gelecek nesillere bırakılması gerekiyor.

Tüm nükleer santral planlarından acilen vazgeçin! 

Türkiye’nin güneş ve rüzgâr potansiyeli yüksek bir coğrafyada, enerji ihtiyaçlarını karşılamak için nükleer kullanması ne akla ne de mantığa sığar. 

Nükleer santrallerin çevresel ve güvenlik risklerini göze alamayız. 

“Karbon emisyonlarını azaltmak için vaktimiz yok” gibi kılıfların arkasına sığınmadan hemen tüm nükleer inşaat ve projelerini durdurun! 

Karbon salımlarına hemen son vermek için bir yol haritası çıkarın, yıllardır beklediğimiz iklim acil durumu ilan edin! 

Dönüşümün maliyetini kamu kaynaklarından değil, sorumlusu olan fosil yakıt şirketlerinden karşılayın. 

Dönüşüm sırasında, kapanan santral ve maden işçileri için göç etmek zorunda kalmayacakları, aynı kalifiyede ve ücretteki işlere kavuşabilecekleri programlar oluşturun.

Hem Adil hem de Acil bir geçiş istiyoruz!

Onur Korkmaz

(Sosyalist İşçi)



Ozan Tekin Tüm Yazıları

Agresif dış politika çöktü

Milliyetçiliğe göre tarih farklı ulusların arasındaki rekabet ve güç hiyerarşisi tarafından belirlenir. Deprem ise asıl olanın farklı uluslardan sıradan insanların bu yaşamdaki ortak çıkarları olduğunu gösterdi.

6 Şubat günü sabaha karşı 04:17’de olan deprem Türkiye’de 10 milyondan fazla insanın yaşadığı 10 şehri sarstı. Depremden hemen bir saat sonra 4. seviye alarm ilan edildi. Bu, uluslararası yardım çağrısını da kapsıyordu. Ve hemen bunun ardından onlarca ülkeden Türkiye’de yardım seferberliği başladı. İnsani yardımlar, arama ve kurtarma çalışmaları, sahra hastanesi kurma gibi birçok alanda çalışan 80’den fazla ülke 7 binden fazla personelle çalışmalara sahada katkı verdi.

Türkiye’nin son birkaç yıldır izlediği agresif dış politika, “yerli milli” söylemler, “Mavi Vatan” tezleriyle komşuların düşman ilan edilmesi gibi birçok gelişmeye rağmen, deprem sonrası gösterilen uluslararası destek muazzamdı. İlk yardıma koşanlar arasında, AKP-MHP iktidarının düşman olarak kodladığı Ermenistan’dan ve Yunanistan’dan gelen ekipler vardı. Hükümet sık sık “Atina’ya füze atarız” tehditleri savururken, “bir gece ansızın gelebiliriz” derken, Yunanistan’dan sınıf kardeşlerimiz Türkiye’deki farklı halklardan depremzedelerin yardımına koştular ve olanca güçleriyle hayat kurtarmak için uğraştılar. Benzer şekilde Ermenistan’dan gelen ekipler de, Türkiye defalarca Azerbaycan-Ermenistan geriliminde taraf olmuşken ve savaşa bizzat müdahale etmişken, insanlığın temel bir gereğini yerine getirerek Türkiye’deki yoksulların acısını kendi acıları olarak görüp yardıma koştular.

Oysa faşist MHP’nin de bir parçası olduğu iktidar bloku, yıllardır Mavi Vatan tezleriyle etrafımızdaki herkesin bize düşman olduğunu anlatıyor. Yunanistan’a karşı Doğu Akdeniz’deki gaz arama çalışmaları ve adaların konumu üzerinden saldırganlık gitgide tırmandırılıyor. Libya’nın yalnızca yarısını kontrol edebilen bir hükümetle bölgedeki hiçbir ülkenin tanımadığı anlaşmalar imzalanıyor. Bütün bunların hepsi “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı”, dolayısıyla güç yoluyla “çıkarlarımızın” korunması gerektiği söylenerek yapılıyor. Benzer şekilde Ermenistan’la bundan 15 yıl önce esen daha ılımlı rüzgarların yerine düşmanlık politikası esas alınıyor. Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler sürekli askeri operasyon arayışında bulunulması gereken “milli güvenliğe tehdit” unsurları olarak görülüyor.

Depremde ise hem Türkiye’nin farklı kimliklerden halkları, Türkler Kürtler, mülteciler el ele vererek hayatlarını kurtarmak için ortak bir mücadele veriyorlar. Buna dış ülkelerden gelen yardım ekipleri de katılıyor. Milliyetçiliğin çizdiği yapay sınırlar ve ayrımlar unutuluyor, sıradan insanların, emekçilerin dayanışması öne çıkıyor.

Üstelik bu, asıl olarak devletler arası diplomasiye dayanan sınırlı bir dayanışma. Bir de farklı coğrafyalarda işlerin kontrolünün işçi sınıfına geçtiğini, aşağıdan inisiyatiflerin belirleyici olduğunu düşünelim. Burada tüm halkların yaralarını sarmak için çok daha muazzam bir enerji ve seferberlik ortaya çıkacaktır. Sosyalizm mücadelesi bu yüzden enternasyonalisttir, farklı uluslardan ve ülkelerden işçilerin çıkarlarının farklı uluslardan ve ülkelerden patronlara, sermaye sahiplerine karşı ortak olduğunu savunuruz.

Devletlerin bütün milliyetçi kışkırtmalarına rağmen, halkların dayanışması böyle zor dönemlerde esas oluyor. Nasıl ki bundan birkaç yıl önce Yunanistan’da yaşanan yangınlara karşı Türkiye işçi sınıfı, sendikalar ve tüm demokratik kurumlar dayanışma için elinden geleni ortaya koyduysa, şimdi de bir benzeri komşu ülkelerdeki sınıf kardeşlerimiz tarafından yapılıyor. Öyle ki, Ermenistan’la 30 yıldır kapalı olan sınır kapısından insani yardım geçiriliyor. 

Depremden çıkarmamız gereken sonuçlardan biri de Türk milliyetçiliğinin bölücü argümanlarına karşı enternasyonalizmin işçi sınıfını birleştiren ruhunu baskın hâle getirmenin ne kadar önemli olduğu. Bunun pratikteki karşılığı ise iktidardaki aşırı sağcılığın içe kapalı savaşçı anlayışını geriletmek, Doğu Akdeniz’den Suriye’ye savaş politikalarının terk edilmesine yönelik bir basınç oluşturmak, Yunanistan’dan Ermenistan’a, Suriye de dahil tüm komşu ülkelerle diyalog ve diplomasiye dayalı barışıl bir dış politikanın hayata geçirilmesini savunmak.




Roni Margulies Tüm Yazıları

Mutlu bitmiş bir göç öyküsü

Başta Kılıçdaroğlu ve CHP olmak üzere tüm muhalefetin milliyetçiliğe, ırkçılığa, Kürt düşmanlığına ve en önemlisi göçmen düşmanlığına kapılması, teslim olması, ödün vermesi ve hatta dört elle sarılması ne sonuç verdi?

Basit. Ortalık zafer çığlıkları atan, oylarını yükseltmiş, beklenmedik başarılar kazanmış faşistler ve milliyetçilerle doldu. Sağın politika ve söylemlerini kullanarak sağdan oy kapmak mümkün değildir, böyle yapıldığında siyaset sahnesi tümüyle sağa kayar ve bundan yine sağcılar kârlı çıkar, bir kez daha kanıtlanmış oldu.

Yabancı/Arap/Suriyeli/Rus/sığınmacı/göçmen düşmanlığına kendini kaptırmayanlar için bir göç öyküsü anlatmak istiyorum. İnsanların keyif veya eğlence olsun diye göç etmediğinin, yerlerini yurtlarını, doğup büyüdükleri mekânları, atalarının yaşayıp öldüğü toprakları şımarıklıktan değil ancak mecburiyetten terk ettiklerinin bir örneğini vermek için.

Benim baba tarafım Polonya’dan gelmiştir. Dedem 1897’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir vatandaşı olarak Krakow’da doğmuş, Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştıktan sonra Viyana Üniversitesi’nde okumuş, Berlin’de mühendis olarak ilk işine girmiş ve 1925 Nisan’ında evlendikten hemen sonra Türkiye’ye göçmüş. Kalıcı olmasını düşünmüyorlarmış bu göçün, bir yıl çalıştıktan sonra geri döneceklermiş, ama iş uzamış ve Naziler’in Polonya’yı işgal etmesiyle beraber geri dönülecek yer kalmamış, göç mecburen kalıcılaşmış.

Anlatacağım göç dedeminki değil ama. Kardeşininki.

Frederik Margulies’e Krakow’daki gençliğinde Fredek derlermiş. Keman çalan ve hayatta tek isteği hep ve daha iyi keman çalmak olan Fredek zengin bir ailenin kızına aşık olmuş 1920’lerde. Kızın ailesi evliliklerine izin vermenin koşulu olarak Fredek’in kemancılıktan vaz geçip ailenin tekstil işinin başına geçmesini dayatmış. Margulieslerin tarihinde bildiğim tek yüz kızartıcı olaydır: Fredek bir kadın için sanatı terk etmeyi kabul etmiş! Evlenmişler. Çocukları olmuş. Bilebildiğim kadarıyla mutluymuşlar.

Alman ordusu 1 Eylül 1939’da Polonya’ya girdiğinde, Fredek eşi ve iki küçük çocuğuyla birlikte Fransa’da tatildeymiş. Kemanı bırakıp zengin bir kadınla evlenmenin bazı yararları da var kuşkusuz: Maddî durumları iyi olduğu için, Polonya’ya dönme olanağı ortadan kalkınca Fransa’da kalmaya karar vermişler. Uzun sürmemiş ama; 1940 Mayıs’ında Nazi orduları Paris’e doğru harekete geçince Fredek’le ailesi de önce Fransa’nın güneyine, oradan da zor bela İspanya’ya kaçmış. Artık Avrupa’da barınamayacaklarına ikna olduktan sonra, vize almak için Amerikan elçiliğine gitmişler. Vize bir yana dursun, içeri bile alınmamışlar. Çaresizlik ve korku içinde, tüm Güney Amerika elçiliklerinin kapılarını aşındırmaya başlamış, hepsinden geri çevrilmişler.

Bir gün Fredek ilk kez geçtiği bir yolda yürürken yüksek bir duvarın ardındaki büyük bir bahçe içinde süslü, elçilik olması muhtemel bir bina görmüş. Yaklaşmış, duvarda “Dominik Cumhuriyeti Büyükelçiliği” tabelasını okuyup dalmış içeri. Varlığından bile haberdar değilmiş böyle bir ülkenin, adını bile duymamış; ama ne önemi var, Avrupa’dan, faşizmden uzak bir yer olduğunu tahmin edebiliyormuş. İçerde uyuklayan iki memura vize istediğini söylemiş, herhalde ilk kez böyle bir taleple karşılaşan memurlar pasaportları damgalayıp uyuklamaya devam etmiş.

Dominik Cumhuriyeti, Karayiplerde, Küba’nın yanı başında yatay ve ince uzun Hispanyola adasının doğu yarısını kaplıyor; adanın geri kalanı Haiti. Göçmenlerden çok çekmiş Hispanyola. Kristof Kolomb Avrupalıların ilk yerleşimini burada kurmuş, adını La İsabela koymuş; yerli Taíno halkı ise Avrupalıların getirdiği virüsler nedeniyle kısa süre sonra grip ve çiçek hastalığından tümüyle telef olmuş. İspanyolların altın şehir Eldorado peşinde“Amerika” adını verdikleri kıtaya göçü ve burada yüzlerce yıl sürecek egemenlikleri La İsabela’yla başlamış.

Fredek daha sonra, California’da yaşlı bir adam olarak hayatının zengin coğrafyasını hüzünlü bir hayretle incelerken belki de bunları okuyup öğrenmiştir, ama 1940’ta uzun bir vapuryolculuğundan sonra Santa Domingo limanına ayak bastığında bilmiyordu herhalde. Günümüzün turist broşürleri, Kolomb’unoğlu Diego ile eşi Doña María de Toledo’nun şimdi müze olan evinin muhakkak görülmesi gerektiğini yazıyor. O zaman da müze miydi, bilmem, ama öyle de olsa, herhalde Fredek’in çokfazla ilgisini çekmemiştir. Dominik Cumhuriyeti’nde bir hayat kurmayı hiç düşünmemiş çünkü, amaç kapağı Amerika’ya atmakmış. Küba’nın ‘göç kotası’ olduğunu öğrenmiş. O yıllarda, Amerika güçmen göndermek üzere çeşitli ülkelere belli kotalar verirmiş. Fredek ve ailesi önce Küba’ya geçmeyi, sonra da Amerika’ya göçmeyi becermiş. Nasıl becermiş, neler yaşamışlar, nasıl olmuş, bilemiyorum. Krakow’dan Los Angeles’e uzanan, yaklaşık iki yıl süren bu öykü ne korkular, eziyetler, umutsuzluklar, mutsuzluklar içermiştir, kim bilir? Bildiklerim, yukarıdaki dört paragraftan ibaret işte.

Hiç olmazsa ama, Fredek’in öyküsünün mutlu bittiğini biliyorum. Amerika’ya girişte, memur “Margulies ismi burada zor okunur, zor anlaşılır” deyince, Marr soyadını almış aile. Ve benim bugün Amerika’nın çok çeşitli yerlerinde Bill Marr, Bob Marr gibi isimler taşıyan, tanışmadığım uzak akrabalarım var.

Böyle mutlu biten göç öyküsü çok nadirdir. Göç, “gitmek” değil “kaçmak” anlamına gelir: Nazilerden, savaştan, yoksulluktan, işsizlikten, açlıktan kaçmak.

Kaçarak hayata tutunmaya çalışan insanlara nefret ve düşmanlıkla bakanlara ömrüm boyunca nefret ve düşmanlıkla baktım. Ve hep öyle bakacağım.

Roni Margulies

(Bu yazı ilk kez 30 Mayıs 2023 günü Serbestiyet’te yayınlanmıştır.)


Sibel Erduman Tüm Yazıları

Müteahhitlere ve binaların yapılmasına izin verenlere değil mültecilere saldıranlar

Antep’in Şahinbey ilçesi, depremzedelerin yoğun yaşadığı yerlerden birisi, ayrıca mültecileri de barındırıyor. Kendilerine ‘sen Suriyelisin, sana çadır yok” denildiği için kendi yaptıkları çadırlarda kalıyorlar. Depremin ikinci gününde battaniye ve kıyafet gibi ihtiyaçlar dağıtılmış ama mülteciler yararlanamamış, daha doğrusu onlara verilmemiş. Pek çok mülteci ise parklarda hiçbir şeyleri olmadan bekler haldeler. Genel olarak zaten herkesin perişan olduğu bir deprem bölgesinde mülteciler ayrıca dışlanabiliyor. 

Durum buyken, Ümit Özdağ gibi Suriyelilere ve genel olarak mültecilere yönelik ırkçı tutumu olan bir adam, kalkmış bile bile yalan haber yayarak mültecilerin ‘talan’ yaptığını söylüyor. Buna da bir dolu insan teşne oluyor. Ve ilginç bir şekilde AKP ne zaman dara düşse Ümit Özdağ ve mülteci düşmanları hükümetin önüne siper oluyorlar. Orman yangınları sırasında da bu adam ‘ormanları Suriyeliler yakıyor’ demişti. 

Bu tür ırkçı saldırılara karşı net olmak ve şunu söylemek lazım;

Bize ev diye tabut satanlar, onlara imar izni verenler, depremden sonra askerin, madencilerin ve yardım ekiplerinin müdahalesini geciktirenler, en fazla ihtiyaç duyduğumuz anda sosyal medyayı kapatanlar mülteciler değil. Öfkenin yönünü değiştir.

Talan denilen şey de aç ve susuz kalan insanların bir iki dükkâna girip karınlarını doyurmaya çalışmalarından ibarettir sonuçta. Bu kadar vahim bir deprem sonrasında, inanılmaz derecede organize olmayan bir devlet aygıtıyla karşı karşıyız. Devlet organize olup müdahale edemediği gibi bir de yardım götüren insanları ve grupları engelliyor ya da onların yardımlarına el koyup kendisi dağıtıyor. AFAD gibi doğru dürüst hiçbir eğitim almamış gönüllüler ve belki çok az profesyonelle çalışan bir merkezi örgütün bu işi yapamamasından dolayı birçok insan ölmüşken, öfkeyi mültecilere yönlendirmek bilerek yapılan ve devletin beceriksizliğinin üstünü örten bir eylemdir.

Ama görebildiğim kadarıyla bu ırkçı yalanlar pek rağbet görmüyor, en azından sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla. Ama yine de bu ırkçı yalanlardan dolayı saldırıya uğrayan mülteciler oluyor ve canlarıyla ödüyorlar. 

Hiçbir zaman bu tür saldırılarda tarafımızı unutmayalım.

Sibel Erduman


Sibel Erduman Tüm Yazıları

‘Yasadışı’ geçişten 52 yıl hapis cezası

Geçen yıl 27 Şubat'ta Reuters haber ajansının geçtiği haberde, ismi açıklanmayan üst düzey bir Türkiyeli yetkili, Türkiye'deki Suriyeli mültecilerin artık karadan ve denizden Avrupa'ya ulaşmalarının durdurulmaması kararını aldıklarını söylemişti. Yetkili aynı zamanda sahil güvenliğe ve sınır polisine mültecileri engellememe emri verildiğini de sözlerine eklemişti.

Bu haberin ardından Türkiye'deki mülteciler Türkiye-Yunanistan sınır kapısı Pazarkule'ye doğru gitmeye başladılar. Ertesi gün açıklama yapan Erdoğan, “Biz bu kapıları bundan sonraki süreçte de kapatmayacağız ve bu devam edecek. Neden? AB’nin sözünde durması lazım. Biz bu kadar mülteciye bakmak, onları beslemek durumunda değiliz” ifadelerini kullanmıştı.

Zor şartlarda sınır kapısında bekleyen mülteciler için Edirne halkı ve Hepimiz Göçmeniz başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşları mültecilerin yiyecek, su, battaniye gibi temel ihtiyaçlarını sağlamak ve konuyu haberleştirmek için seferber oldu, sınır kapısında bekleyen mültecilerin yanına gitti. Kendileriyle konuşulan mülteciler Yunanistan’a geçme kararlılıklarını vurguluyorlardı.

Bu süreç içerisinde Yunanistan, pek çok kez Ege denizi üzerinden geçmeye çalışan mültecilerin botlarını batırdığı iddiasıyla gündeme geldi. Hatta Report Mainz, Lighthouse Reports ve Alman Der Spiegel'in ortak araştırmalarına dayandırdıkları bir haberde, geçtiğimiz yılın Mayıs ayında, Yunan sahil güvenlik gemisinin bir grup mülteciyi şişme bir cankurtaran salıyla Türk karasularına doğru çektiği ve sığınmacıları açık denizde kaderlerine terk ettiği anlatılıyordu.

Bir tarafta Türkiye’nin mülteciler için yeteri kadar para ödemediğini söylediği Avrupa Birliği’ne, sınırları açınca neler olabileceğini gösterme girişimi, diğer tarafta Avrupa Birliği’nin kendi yasalarına uymayarak mültecileri Türkiye’de ‘bekleme odasında’ bekletmesi, geçen yıl Yunanistan-Türkiye sınır kapısında yaşanılan trajediye neden oldu. Bu arada bir kısım insan Yunanistan’a geçebildi.

İşte şimdi Yunanistan’a ailesiyle birlikte geçenlerden Suriyeli bir kişi (adı verilmiyor), Yunan mahkemesi tarafından ‘yasadışı’ olarak ülkeye girmekten 52 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi bir ülke olarak topraklarına giren ve mültecilik başvurusu yapanları kabul etmek ve durumunu değerlendirmek durumundadır. Böyle diyoruz ama Yunanistan’ın böyle bir cezayı neye göre verebildiğini bilmiyoruz. Bu yazının amacı da kanunlara uyulup uyulmadığını ortaya çıkarmak değil. Çünkü Avrupa Birliği zaten Suriye savaşından itibaren kendi yasalarına uymuyor. Dolayısıyla yasalar ‘askıda’. 

Mülteciler pandemi öncesi de bir krizin cisimleşmiş haliydi. Avrupa’nın ‘mülteci’ krizi (Türkiye’yi de dâhil edebiliriz) sınıra dayanan mülteci sayısından doğmuş gibi gözüküyor. Ama aslında mesele gelenlerin gitgide artması değil; mülteciler daha önce kriz olmayan yere kriz taşımadılar. Daha ziyade gittikleri ülkede kurucu mahiyette ama gizli, bastırılmış, görünmeyen bazı sorunları şiddetlendirip görünür hale getirdiler. Yani hiçbir yerde olmayan ırkçılığın ‘binlerce insanın akın etmesiyle’ baş göstermesi söz konusu değil. Türkiye için de böyle bir durum söz konusu. 

Hükümet mülteci meselesinde Türk kültürünün yardımsever, misafirsever olduğuna dair söylemlerine yaslanıyor. Ancak, geçen seneki olayda insanları bir deneme tahtası gibi sınıra sürmeleri ve pazarlık konusu yapmalarında görüldü ki, Suriyeli ve diğer sığınmacıların Türkiye’de zorunlu olarak kalmasıyla ortaya çıkan bu sözde misafirperverliğin altı boş. 

Aslında zaten hiçbir zaman misafirperverlik söz konusu olmadı. 1941 yılı Aralık ayında Hitler’den kaçıp gelen bir gemi dolusu Yahudi’yi kabul etmeyip denizin ortasında açlık ve susuzluktan ölmeye bırakmalarını düşünün.

Muhalefet partilerine gelince, şimdiye kadar bir şekilde genel bir milliyetçiliği elden bırakmadılar (Türkiyelilerin bir de ırkçı olmadığı söylenir hep). Suriyeliler ile birlikte ırkçı söylemleri gayet açık ve net bir şekilde söylemekte bir beis görmediler ve görmüyorlar. Türk milliyetçiliğinin ırkçı olmaması diye bir şey hiçbir zaman söz konusu değildi zaten. Türkiye’de yaşayan ‘Türk’ olmayanlar, ama Türk vatandaşlığına sahip olanlar, her zaman hedef tahtası oldular ve katledildiler. Dolayısıyla mültecilerin doğurduğu bir kriz olmaksızın bir ‘mülteci krizi’ yaşanıyor, gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de. 

Aslında mülteciliğe ve içinde bulunduğumuz pandemi koşullarında yaşadığımız sorunlara herhangi bir siyasi çözümün yokluğu, gerçek anlamda siyasetin yokluğu anlamına geliyor, bizler buna tanık oluyoruz. Mültecilerle cisimleşen sorunun hukuki bir çözümü yoktur (konu başlığında da görüldüğü gibi). Bu insanların korunmaya ihtiyacı olduğunu pekâlâ herkes biliyor ama bilmiyormuş gibi davranıyor. Sorun siyasidir.

Sibel Erduman



Tuna Emren Tüm Yazıları

Filistin direnişi kazanacak

Filistin halkının direnişi Siyonizmi tüm dünyada teşhir etti. 

Siyonizm Yahudilerin kendilerine binlerce yıl önce “vadedilmiş" olan topraklara geri dönüp orada yaşamaları gerektiğini vazeden bir ideoloji olarak şekillenmişti fakat bu fikirleri Yahudi toplumuna öyle kolayca satamadılar: “1880-1929 arasında 4 milyona yakın Yahudi yaşadıkları ülkeleri terk ederek göçtü. Bunların ezici bir çoğunluğu (3 milyon 250 bini) Rusya ve Avusturya Macaristan imparatorluğundan ABD ve diğer Amerika kıtası ülkelerine göç ettiler. Sadece 120 bin Yahudi Filistin'e, ‘vaat edilmiş topraklara’ gitti. Yahudiler Siyonizme uzak duruyorlardı.”

Doğu Avrupa'dan kaçarak İngiltere, Fransa ve Almanya'ya göç eden Yahudiler gittikleri her ülkede ırkçılığa maruz kalıyorlardı. Fransa'da Yahudi düşmanlığının yükseltildiği yıllarda (Dreyfus Davası) gelişmeleri takip eden gazeteci Theodor Herzl 1896'da yazdığı bir kitapta Yahudiler için yegâne çözümün kendi devletlerini kurmak olduğunu anlatıyordu ve Herzl'in kitabı Siyonist hareketin başlangıcı oldu. 

Tahmin edilebileceği gibi, Siyonizm en büyük desteğini, Yahudileri topraklarından göndermek isteyen ırkçılardan aldı. Tarihteki tüm yerleşimci sömürgecilerin toprak temellükünü meşrulaştırmaya çalışırken ırkçılığı yükselterek bundan beslenmeye çalışmaları bir tesadüf olmasa gerek.

Siyonizm ve Yahudilik bir ve aynı şey değildir, yani tüm Yahudiler Siyonist değildir. Pek çok Yahudi’nin reddettiği Siyonizm, hiçbir zaman Yahudiler için bir sığınak arayışına dönüşmedi. Zaten en başından beri Yahudilerin çoğunlukta olduğu bir devlet yaratmaya yönelik sömürgeci bir proje olarak planlanmıştı. Böyle bir projenin başarısı ise orada yaşayan halkın (Filistinlilerin) kendi topraklarından sürülmesine bağlıydı.

Siyonistler, bu ideolojiye karşı çıkan herkesi antisemit ilan ettiler ve halen de ediyorlar. Oysa antisemitizm ‘Yahudi düşmanlığı’ anlamına geliyor. Diğer bir deyişle, Yahudilere yönelik ırkçı tutumlar sergilemiyorsanız antisemit ilan edilemezsiniz. Özetle, bir insan hem Siyonizme hem de antisemitizme karşı olabilir ki olması gereken de budur zaten.  

İsrail'i kendileri için vaat edilmiş topraklar olarak gören Siyonistlerin Filistin’de 1948’den bu yana sürdürdükleri sistematik yıkıma karşı çıkmak, tüm Yahudi toplumunu Siyonist olmakla itham ederek Yahudi düşmanlığı sergilemeyi hiçbir zamanda ve koşulda haklı çıkarmaz. İkincisi düpedüz ırkçılıktır ve en az Siyonizmin kendisi kadar tehlikelidir. Kaldı ki Siyonizm de bu ırkçılıktan besleniyor, olmadığı koşullarda yoktan var ediyor, bizatihi teşvik edip yaratıyor. Geçmişte Irak’ta bir arada ve barış içinde yaşayan Yahudiler ile Araplara yapılan da buydu. 1950'lerde Siyonistler, Orta Doğu’nun farklı ülkelerinde yaşamakta olan Yahudileri İsrail'e döndürmeye çalıştı ki o ülkelerden biri de iki halkın neredeyse 2 bin yıldır barış içinde yaşadığı Irak oldu. Buradaki barış ortamını bozmak için ırkçılık tohumları ekildi, Iraklı Yahudiler arasında panik yaratmaya çalışıldı. Siyonistler Bağdat'taki bir sinagoga bomba yerleştirdi, ırkçı gruplar harekete geçirildi.

Nakba: 1948’den bu yana süren kırım

Filistin’in ilk bölünme planı 1937’de Peel Komisyonu aracılığı ile önerildi. Arap Yüksek Komitesi bu öneriyi tümden reddederken Filistin topraklarının satışının ve Filistin’e Yahudi göçünün engellenmesini talep ediyordu ancak 29 Kasım 1947’de, henüz yeni kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, Filistin topraklarının bölünmesi kabul edildi. 

14 Mayıs 1948’te İsrail'in kuruluş bildirgesi imzalandı, BM’de, Filistin'in yüzde 55'inin Siyonist yerleşimcilere verileceği belirtilen bir deklarasyon onaylandı. 

Siyonistler, Filistinlileri Filistin topraklarından ‘gönüllü sürgün’ edeceklerine dair açıklamalar yaparken – elbette ‘gönüllü sürgün’ diye bir şey olamaz; adına ne denirse densin kastedilen şey her zaman zorla yerinden edilmedir— Orta Doğu, petrol kaynakları nedeniyle, emperyalistlerin kontrol altında tutmak istedikleri bir bölgeye dönüştü. Filistin toprakları üzerinde kontrol sahibi olan İngiltere’nin gücü savaşta zayıflayıp ABD’ninki arttı, Orta Doğu petrolü ABD için önemli olmaya başladı. Bunu da bir fırsata çevirmek isteyen Siyonistler ırkçılardan beslenmeyi bir kenara bırakıp bu kez de ABD emperyalizmini kullanmaya karar verdiler. 

Neticede BM planında Yahudi bölgesine ayrılan ekonomik ve tarımsal alanların Filistin bölgesine ayrılanlara kıyasla çok daha avantajlı durumda olması nedeniyle Filistinliler bu planı tümden reddetti ve işgalci İsrail’in gaspa, şiddete dayalı zorla göç ettirme politikaları devreye girdi (Nakba).

Siyonistler 70’ten fazla katliamda 15 binin üzerinde Filistinliyi öldürdü, en az 850 bin Filistinli evlerinden edildi, yaklaşık 500 köy zorla göç ettirildi ve Filistinliler, tarih boyunca yaşadıkları Filistin topraklarında, günden güne küçülen bir alana hapsoldular.

1948'den önce Filistin'de sadece 600.000 Yahudi yerleşimci yaşıyordu. Nakba'yı takip eden üç yıl içinde bu sayı ikiye katlandı. 

Emperyalizm ve Siyonizm

1948'de İsrail'i bir devlet olarak tanıyan ilk ülke, İsrail'in en büyük emperyalist müttefiki olan ABD’ydi.

Nakba'dan sonraki birkaç yıl içinde İsrail kendi nüfusunu ikiye katlarken Yeşil Hat içinde kalan Filistin topraklarının yüzde 93'üne el koydu. 

Esasında o günden bu yana sürdürülmekte olan Nakba 7 Ekim 2023’te hepimizin gözlerinin önünde açık bir soykırıma dönüştürüldü ki bu da stratejik, planlı bir ‘çökme’ politikasıydı. 

Siyonistler de tıpkı tarihteki tüm diğer yerleşimci sömürgeciler gibi kapitalizmin kâr odaklı dişlilerini arkalarına alıp Filistin halkının dayanıklılık ilişkilerini yok ederken en başından bu yana toprak talep etti, yüz binlerce Filistinliyi topraklarından kovdu. 

İsrail, 7 Ekim itibarıyla artık Filistin’de bir tane bile Filistinli bırakmayacağını açıkça gösterecek kadar inanılmaz bir kırıma girişirken yine başta ABD olmak üzere, kendisini her koşulda destekleyeceklerini bildiği emperyalistlere güveniyordu.

İsrail Gazze'de taş üstünde taş bırakmayarak okullara, hastanelere, güvenli bölge olarak belirlenen yerlere sığınan Filistinlilere bomba yağdırmaya devam ederken ABD bu soykırımın her adımında onun yanında yer aldı. Geçtiğimiz günlerde soykırımcıya 20 milyar dolarlık bir silah sevkiyatını daha onayladı. Bu sevkiyatta yine savaş uçakları var, füzeler var. Ve bunu da İsrail’in kendini savunma hakkına verilen destek olarak sunuyor.

ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin bir soykırımı dahi destekliyor olmasının asıl sebebi, devletler arası rekabete dayalı küresel emperyalizmin Filistin halkını zerre kadar umursamıyor oluşu. Kendi çıkarlarını destekleyen İsrail ile, soykırımın ortakları olacak şekilde el ele veriyorlar çünkü ele geçirdikleri gücü diğer emperyalistlere kaptırmak istemiyorlar. El ele verip bir soykırım gerçekleştiriyor ve bunu yaparken de en büyük rakiplerini (Çin) otoriterlikle suçlamaya devam ediyorlar.

Hamas

Hamas, Birinci İntifadanın patlak verdiği 1987 yılında ve bir direniş gücü olarak kuruldu. 

Birinci İntifada 1993’te sona erdiğinde ABD ve Avrupa Birliği'nin aracılık ettiği, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile İsrail tarafından destek bulan bir anlaşmaya imza atıldı. Oslo Anlaşmaları olarak bilinen bu süreçte, İsrail'in tanınması karşılığında FKÖ ve diğer direniş gruplarına Gazze ve Batı Şeria üzerinde sınırlı bir kontrol imkânı sunulmuştu. Ne var ki Doğu Kudüs'ün statüsü ve Filistinlilerin evlerine dönme hakkı gibi önemli başlıklar ileri bir tarihte tartışılmak üzere ertelendi. Bu nedenle anlaşmayı reddeden Hamas (ki o yıllarda İsrail devletini resmen tanımayı reddediyordu) üç yıl sonra Filistin Yönetimi için yapılacak seçimlere de katılmayınca ondan boşalan yeri El Fetih partisi doldurdu ve bu parti parlamentoda çoğunluğu kazandı.

İsrail böylesi gelişmelerin ortasında bile Filistin topraklarına el koymaya devam etti, ABD ise Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak gördüğünü gösteren adımlar attı.

2000’de İkinci İntifada yaşandı ve Hamas bir kez daha merkezde yer aldı. 2006’da ise seçimleri kazanarak yönetime geçti. Ancak hemen ardından İsrail ile ABD tarafından desteklenen El Fetih’in gerçekleştirdiği bir darbe girişimi yaşandı. Siyonistler ve emperyalistlerin bu girişimi Hamas’ın müdahalesiyle başarısızlığa uğratıldı. Ardından gerçekleştirilen müzakerelerde Hamas İsrail’i bir devlet olarak tanıyacağını gösterecek şekilde iki devletli çözümü kabul etmiş oldu. 

Filistin için içeride ve dışarıda verilen mücadelelerin dinamikleri bu hamle ile farklılaşmış görünse de neticede hiçbirimiz Filistin halkının içeride verdiği mücadelenin dinamiklerini eleştirebilecek konumda değiliz. İçeride iki devletli çözüme yönelim gösterilmesi, bizlerin dışarıda verdiğimiz mücadelede Nehirden Denize Özgür Filistin talebini yükseltmemize engel teşkil etmez. Fakat bu talebin arkasında birleşirken de bir halkın on yıllardır verdiği haklı mücadelesinde neyi nasıl yapmaları gerektiğine dair diskur çekme hakkımız yoktur.

Uluslararası Sosyalist Akım’ın (IST) Ekim 2023’te yaptığı açıklamada şöyle diyorduk: “Hamas ve diğer direniş örgütlerinin 7 Ekim'de başlattığı saldırılar, Filistin sorunu çözülmeden Orta Doğu'da barışın olamayacağına dair bir uyarı niteliğindedir.” Nitekim 7 Ekim saldırıları Filistinlilerin daha fazla göz ardı edilemeyeceğini en acı şekilde gösterirken İsrail’in ve Batı emperyalistlerinin gerçek yüzünü de ortaya serdi. 

Gazze’ye verilen sahte destek

7 Ekim’den sonra Türkiye’de birçok kurum, vakıf, Filistin halkı için sokaklara çıktı. İsrail’in öfkeli sloganlarla protesto edildiği bu eylemler bir süre sonra sönümlendi. 

Sönümlenmesinin nedeni, bu eylemleri düzenleyen kurumların Türkiye’de iktidar şemsiyesi altında olmalarıydı. 

İsrail’in saldırıları o kadar şiddetliydi ki eylemler tüm dünyada hızla İsrail’in dünya politika sahnesinde yalnızlaştırılmasına odaklandı. Bu, her ülkede örgütlenen Filistin’le dayanışma eylemlerinde o ülkenin İsrail’le ilişkilerinin teşhir edilmesi anlamına geldi. 

Türkiye’de Filistin’e Özgürlük Platformu olarak bizler, ilk eylemimizden itibaren Erdoğan iktidarının İsrail’le ikili anlaşmaları ve ticareti sona erdirmesini talep ediyorduk. İsrail’in yarattığı yıkım, bu talebin milyonlarca insanın öfkeli talebi olmasıyla sonuçlandı. 

Filistin halkıyla dayanışma içinde olan hiçbir çevre, iktidarın İsrail’le kirli ilişkisini açığa sermeden eylem yapamazdı artık. Bu yüzden, iktidarın teşhirini yapmaktan imtina edenler, Filistin’le dayanışma eylemlerinden geri çekilmek zorunda kaldılar ve derin bir sessizliğe büründüler. 

İktidarın kendisi ve doğrudan iktidar çevreleri de en başta Gazze için mitingler örgütleseler de kısa sürede buna bir son verildi çünkü iktidarın İsrail’le ilişkilerini eleştirmeden sahte Filistin eylemleri düzenlemek artık gerçekten imkânsız hale gelmişti.

AKP’nin Filistin yalanları

AKP iktidarı Filistin konusunda en başından beri yalan söylüyor. Seçim ve miting meydanlarında İsrail aleyhinde en sert konuşmaları yapan iktidar sözcüleri bir gerçeğin halktan sürekli olarak gizlenmesi için mücadele ettiler. Bu, Türkiye ile İsrail arasındaki ticaretin boyutlarının sürekli arttığı gerçeğiydi. 

İktidar bu gerçeği gizlese de devlet kurumlarının verileri ticaretin boyutlarını gözler önüne serdi. 

Bazı bakanlar, yüzleri kızarmadan, bu ticaretten kârlı çıkanın Türkiye olduğunu bile söyleyebildi. Bazı sözcüler ise ticari anlaşmaların 7 Ekim’den önce imzalandığını ve Türkiye’nin anlaşmalara uymazsa yaptırımlara maruz kalabileceğini iddia etti. 

Ortada bir soykırım varken bu soykırımın faili olan devletle ikili anlaşmaları iptal eden ülkeye hiçbir yaptırım uygulanamaz. 

Bu yaptırımları hiç kimse, hiçbir uluslararası kuruluş ciddiye almaz. 

Sorunun uluslararası bağlayıcılığı olan ticaret kuralları değil, Türkiye’de iktidarın ve bazı şirketlerin gözünü para bürümüş olması olduğu çok nettir. 

Bilhassa da daha yakın zamanda Azerbaycan’dan gelen petrolün Türkiye üzerinden İsrail’e taşındığının açığa çıkması büyük bir skandaldı. Azerbaycan şirketi Socar’ın yöneticileri Türkiye’de Filistin için mücadele eden aktivistleri açıktan tehdit edebildiler ve bunun da nedeni iktidarın İsrail’in kanlı paralarından vazgeçememesidir.

Filistin için direnmeye ara vermeyeceğiz.


Volkan Akyıldırım Tüm Yazıları

Bakü’de bir garip zirve

Bu seneki Birlemiş Milletler İklim Zirvesi (COP29); ülke ekonomisinin temelini petrol ve gaz üretiminin oluşturduğu Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de toplandı.

Gündem ise iklim krizinin etkilerine karşı dünyanın dönüşümü için gereken paranın bulunması.  

Dünyanın ısınmasına yol açarak iklim krizini yaratan ve ani iklim değişikliği riskinin başlıca sorumluları, “tarihsel kirleticiler” denilen ABD ve Avrupa ülkeleri, tarihsel olarak olmasa da günümüzde en büyük kirletici durumundaki Çin ve fosil yakıtlara dayanan endüstrilerin var olduğu diğer devletler.

Son on yılda karbon emisyonu artışında en üst sıralara yükselen Türkiye ve diğer “yeni kirletici devletler”  de yangına körükle gidiyor. 

Öte yandan sanayisi gelişmemiş, karbon emisyonlarında payı düşük olan Küresel Güney’deki fakir devletler de var. İklim krizinin sorumlusu olmadığı halde iklim krizinden en fazla etkilenen bu devletlerin felaketlere karşı gereken önlemleri alması ve temiz enerjiye geçişi sağlaması için kullanabilecekleri bütçeleri yok.

Haklı olarak G-20 devletlerine bakıp gereken parayı onların vermesini istiyorlar.

15 yıl önce Kopenhag’da yapılan iklim zirvesinde, 2020’den itibaren zengin ülkelerin iklim finansı için yılda 100 milyar dolar ödemesi üzerinde uzlaşılmıştı.

Geçen dört yılda verdikleri taahhütleri yerine getirmedikleri gibi iklim krizine karşı bulunması gereken para artık 1,3 trilyon dolar olarak ifade ediliyor.

Mali yardım taahhütleri için gereken paranın fosil yakıt üretip satan dev şirketlerden ve küresel zenginlerden alınması gerekir. Bu çözüm masaya sunulmuyor, onun yerine yeni vergilerden söz ediliyor. Bu, şirketlerin ve sermayedarların değil kamu kaynaklarının kullanılması anlamına geliyor. Vergi yükünü sırtında taşıyan işçiler bir yandan iklim felaketleriyle boğuşup bir yandan da kapitalistlerin çıkardığı faturayı ödemek zorunda bırakılacak.

Bakü’den gelen haberlere göre politikacılar ve şirket yöneticileri kendi reklamlarını yapmakla meşgul. Zirvenin, Filistin’de soykırım gerçekleşirken kendi çıkardığı petrolü İsrail devletine satan Azerbaycan’da gerçekleşmesi irkiltici bir ironi gibi. 

Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi (SOCAR) verilerine göre dünya petrol rezervlerinin yaklaşık yüzde birine sahipler. Aliyev ailesi liderliğindeki egemen sınıf, halkın çoğunluğu yoksulluk içindeyken yaşadıkları zenginliği petrol ve gazdan elde ediyor.

SOCAR’ın çıkardığı petroller Bakü-Tiflis-Ceyhan (Adana) boru hattı üzerinden soykırım devletine yollanıyor.

Türkiye işçi sınıfı, iklim aktivistleri, Filistin dostları iklim krizine ve sorumlularına karşı mücadele etmelidir. Yüksek vergiler, kuraklık sonucu artan gıda fiyatları, afetler ve zorunlu göç gibi vahim durumlarda en fazla zarar gören emekçilerdir. Felakete doğru hızla koşan sisteme son verebilecek güç üretimi sürdüren işçilerde.




Zilan Akbulut Tüm Yazıları

Yasal, güvenilir ve erişilebilir kürtaj haktır!

Kadın bedeni ya da kadınları ilgilendiren pek çok konuda olduğu gibi kürtaj da oldukça tartışmalı ve kadınlara atfedilen soyun devamı için çocuk doğurma rolünü üstlenmiş işlevler üzerinden varlığını sürdüren bir konu. Gebeliğin devam edip etmemesi, kürtajın ücretsiz olup olmaması ya da hangi yöntemlerle veya ne zaman sonlandırılacağına yönelik dönen tartışmalar bu odağın ekseninde şekillendiği gibi yıllardır kadın mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturmuş ve bu konuda oldukça önemli kazanımlar elde edilmiştir. 

Kadınlara yüklenen bu üreme rolü “kutsal annelik” kisvesi adı altında kadınlar haricinde herkesin konuşabileceği “iyi niyetli tavsiyelerin” havada uçuştuğu bir nitelik kazanmış ve kadını yalnızca bu role indirgemiştir. Kapitalizm ve ailenin kurumsallaşmasıyla birlikte kadının işgücünü yeniden üretme göreviyle baş başa kalması kadın bedenin nüfus politikalarının aracı haline gelmesine neden olmuştur. Hal böyleyken kürtaj gibi kadın bedenini doğrudan ilgilendiren bir mesele hala dünyada birbirinden farklı kısıtlamalarla sunulan ya da yasaklanan bir işlem olmuştur. Kimi zaman doğrudan bir yasak konulmasa bile maddi ve manevi türlü engellerle birlikte üstü kapalı bir yasak halinde sunulmaya devam etmektedir. 

Türkiye’de ise kürtaj, 10. gebelik haftasının sonuna kadar yasal olmasına rağmen uygulamada böyle bir yasanın pek bir karşılığı yok. Kadınlar hastanelerde kadının evli veya bekar oluşuna ilişkin prosedürlerin farklılaşmasından tutun da böyle bir uygulamanın yasak olduğunu söylemeye kadar pek çok sistematik engellere maruz kalır. Ancak kürtajı kısıtlayan ve kısıtlamayan ülkelerdeki kürtaj oranları birbirine çok yakın olmasından da anlaşılacağı gibi kürtaj yasaklamakla ya da maddi ve manevi bir dizi engelle son bulmuyor. Kadınlar kürtaja ulaşamadığı hallerde gebeliği sonlandırmak için ağırlık kaldırmak, yüksek bir yerden atlamak, düşüğe neden olacağına inandıkları ilaçları içmek, vajinalarına sivri cisimler sokmak gibi tehlikeli, sağlıksız veya geleneksel yöntemlerle bedenlerine zarar verebiliyor. Dolayısıyla kürtajın yasal ve ulaşılabilir olmamasının pratikteki karşılığı kadınların bedensel ve ruhsal sağlığından vazgeçmesine neden oluyor.

Bedenlerimizin, cinselliğimizin ve hayatlarımızın nüfus politikalarına alet edilmesine; kocalar, babalar, sevgililer tarafından denetlenmesine izin vermeyeceğiz. Biliyoruz ki kürtaj değil, kürtajın yasaklanması ya da kürtaj olmak isteyen kadınlara zorluk çıkarılması cinayettir. Bedenlerimiz bizim, kararlar da yine bizim olacaktır!

Zilan Akbulut